31.7.08

Amir Perelman - New Songs Of Jerusalem (Zigota, 2008)

1967 doğumlu telli çalgı üstadı Israilli Amir Perelman'a geldi sıra. Aslında albümü elime geçene kadar kendisini tanımamıştım ama dinledikten sonra mutlaka tanımam gerektiğini hissettim.

Bugüne kadar birçok grubun içinde yer almış ve bunun yanında kendi kurduğu grubuna Djivan Gasparyan, Irshad Hussein Khan ve neyzen Amir Shahasar gibi birçok ünlüyü de konuk etmiş.

Çocukluğundan beri başta Caz olmak üzere özellikle Ortadoğu ve Güney Amerika'dan bize ulaşan müzik tarzlarıyla ilgilenmiş. Zaten müziğinde bu tarzlardan ufak anekdotlar bulmak mümkün. World music adı altında incelenen birçok çalışması var ve hatta bu kadar değişik bölgelerden esinlenmeler içerdiğinden bu tanıma tam olarak uyduğu da söylenebilir.

"New Songs Of Jerusalem" adlı albümü 2002-2007 yılları arasında yaptığı çalışmaların toplamından oluşuyor. Bu sayede bir stüdyo çalışmasından çok Perelman'ın son 6 yılına ışık tutuyor diyebiliriz. Bu albümde özellikle dikkat çeken 2 nokta ise ilk olarak parçaların yoğun Israil, İran, Türkiye ve Ermenistan ezgileriyle bezenmesi ve Perelman'ın gitarı bir sitar gibi çalması.

Albüm genel anlamda çok güzel bir dinleti sunuyor. Ancak albüme adını veren "New Songs Of Jerusalem" adlı çalışma bende inanılmaz izler bıraktı. Başından sonuna kadar muhteşem bir çalışma. Dinlerken insanı kendinden geçiriyor. Bu insanüstü ezgiyi mutlaka dinlemenizi öneririm.

Bunun haricinde albümde tablanın yoğun ve güzel olarak kullanıldığı "Hushi" ve "Hansadwani" çok başarılı. İlki daha Ortadoğu ağırlıklı melodisi sayesinde ancak diğeri kesinlikle Hindistan havası taşıyor.

Dünya müziklerinden hoşlananlar için dinlenesi bir kolaj olmuş. Benim de yeni tanıştığım bu yeteneği dikkatle izlemek lazım bundan sonra. Geç olsun güç olmasın. Bu arada Amir Perelman yeni bir oluşumla (Altı kişiden oluşuyor) birlikte yakın zamanda karşımıza çıkacak. Yeni oluşumun adı "New Song Of Jerusalem Ensemble". Bu oluşum albümdeki dünya müziğinden bir nebze daha geleneksel Yahudi türkü ve şiirlerinin caz versiyonlarını sergileyecek. Bu yeni oluşuma buradan ulaşabilirsiniz. Amir Perelman'dan gelişmelerle ilgili başka bilgi alırsam ileteceğim.

MP3: Amir Perelman - New Song Of Jerusalem
MP3: Amir Perelman - Hushi

Amir Perelman @ MySpace
Albümü satın almak için

29.7.08

Speedmarket Avenue - Way Better Now (Elephant, 2008)

Indie Pop, Indie şu, Indie bu. Günümüzde çıkan müziklerin bir hayli büyük bir kısmı bu kategorilere giriyor öyle ya da böyle. Çıtır grup Speedmarket Avenue da bunlardan bir tanesi ve Indie Pop dalında hayatımıza giriyor.

Speedmarket Avenue 6 kişiden oluşan İsveç'li bir grup. İsveç'lilerin Indie'nin genelindeki yeteneğine sygı duyduğumdan grup hakkında ilk bilgi aldığımda dinlemek için kafamda olumlu birkaç sinyal yanmıştı. Dinledikten sonra söyleyebileceğim grubun kesinlikle müziğin geneline yeni bir şey katmadığı. Ama var olanı güzel bir şekilde kullanmışlar.

Belle And Sebastian sevenler için uygun bir lokma bu grup. Farklı vokaller var albümde ve parçalar akılda kalıcı naif melodiler içeriyor. Genel olarak Folk ezgileri yerleşmiş parçaların arasına, bazıları gizli saklı, bazıları gözümüze çomak gibi sokuluyor. Trompet bu konuda onlara biraz yardımcı olmuş.

"Way Better Now" adlı parça albümde gerek bateri performansı gerekse yapısıyla Greenday'i andıran tek parça ve albümden çıkan ilk single. Elbette parçadaki klavyenin Greenday'den ziyade içinde bulundukları Indie Pop'a ait olması farklılaştıran tek nokta ama bunun yanında parça hızlı ve albümde direk dikkat çekiyor. Vokalin belli oranda zayıf kaldığını da eklemeden geçmeyelim. Gerisi ise ağır çekimde çayır çimen çıplak ayakla koşuyorum sevdiceğimle müziği. Buna en iyi örnek "Don't Fall In Love". Bir nebze 60'lar İngiltere'si havası da var üstüne parçada. Vokal yapısı (Çarpık düet sebebiyle) biraz bozuk olsa da "The State Of Harmony" de bu kategoride yarışmaya katılmış.

Rahatça dinlenen, başarıyla kotarılmış bir alternatif pop karşımızda. Melodileri sayesinde akılda kalabiliyor ama bize kattıkları parçaların geneli itibariyle sınırlı. Yine de İsveç'ten beklenen kaliteli bir çalışma olduğunu söylemek lazım. Dinlemeye değer kesinlikle.

MP3: Speedmarket Avenue - Way Better Now
MP3: Speedmarket Avenue - Don't Fall In Love

Speedmarket Avenue'nun resmi sitesi
Speedmarket Avenue @ MySpace
Albümü satın almak için

27.7.08

Beck - Modern Guilt (Intersope/XL, 2008)


Underworld'e kendimi kaptırdığımdan Rock Werchter'de bir notasını bile dinleyemediğim Beck'e gönül borcum var. Bu sebeple incelenecek çok albüm olmasına ve sırasına aslında bir süre daha olmasına rağmen ufak bir iltimas durumu söz konusu. E olsun o kadar da.

Son 2 albümüyle bekleneni veremedi. Nerede "Odelay" nerede "Guero" ve "The Information" demek gayet mümkün müzikal açıdan. 37 yaşına gelen Beck Hansen'dan beklentiler her zaman yüksek oldu ve belki de böyle eleştirilebilmesinin sebebi de bu. Bizi yüksek bir kalite seviyesine alıştırmasaydı.

Yeni albümle eski hazzı vermeye çalışmış. Şöyle bir durum bakıyorum albümü bir hayli dinledikten sonra. Kesin olan şey son iki albümden çok daha iyi. Bir "Odelay" mi? Değil tabii, zaten onun üzerinden 10 yıldan fazla geçmiş. Üretkenlik ve müzikalite olarak bir hayli yakın ama.

Albümün prodüktörü Brian Burton bu sene bir hayli yoğundu. Gnarls Barkley, The Black Keys, The Shortwave Set derken inanılmaz bir sürede sabahlara kadar çalışıp Beck'in albümüne de imzasını attı.

Albüm Beck'in daha önceki Alternative Rock yapısından birkaç adım ötede. Tabii Beck pop yapmış demiyorum. Çok farklı tarzlardan esinlenmelerle yine kendine özgün bir ortaya karışık müzikal oluşturmuş. Mesela bir "Replica" var ki tüm albüme göğüs germiş tek düze ezberinden uzak yapısıyla parıldıyor Aphex Twinselliğiyle. O kadar yoğun olmasa da elektronik altyapılar "Volcano"'da da var. Buna bir gıdım ek olarak da marjinal Blues dalında yarışmaya katılan "Soul Of A Man" (Hayır Breakbeat değil) de var.

Albümde zevk aldığım parçalar arasında Cat Power vokalli "Orphans"'i es geçmeyeyim. Basit ve zevk dolu bir çalışma. Arkasından gelen ve Beach Boys klasiklerini andıran "Gamma Ray" de beni mest etmeyi başardı. "Profanity Prayers"'da da filtrenin suyunu çıkarıyor gitarda. Güzel de çıkarıyor ama mübarek. Hepsine rağmen albüme adını veren "Modern Guilt" sıradan bir Indie Pop parçası olmaktan öteye gidememiş. Niye albüme adını verdiyse artık anlamadım.

"Modern Guilt" çok değişik yorumlar aldı. Çok iyisi de var, bir nebze kötüsü de. Ama genele bakarsak yorumlar olumlu. Bende de pek farklı diyemem. Yılın en iyi çalışmalarından değil. Beck'in en iyi albümü de değil. Ama Beck'e uygun, yakışan bir albüm. Gerisini yorumlamak da size kalmış.

MP3: Beck - Gamma Ray
MP3: Beck - Modern Guilt

Beck @ MySpace
Albümün resmi sitesi
Albümü satın almak için

20.7.08

Rock Werchter 2008 - 4 - You Bring Light In

4 günlük festivalin son gününe gelmiştik artık. Cep telefonlarında ne şarj kalmıştı ne de bizde derman. Gruplara bakıldığında en zayıf gün olarak duruyordu bugün zaten. Ama 12:50'de sahneye çıkacak DeVotchKa'yı kaçırmaya niyetim yoktu. Sabah kahvaltıyı Werchter kasabasında bulduğumuz sote bir kafede yaptıktan sonra arkadaşımı telefonları bir nebze şarj etmesi için orada bıraktım ve doğrudan güneşin altında yanan omuzlarım sebebiyle gölgelerden sekerek festival alanına doğru yöneldim.

Alana girdiğimde insanların erkenden girdiğini gördüm. Ama hala kitapçık kaldığına göre daha çoğunluk dışarıdaydı. Çadıra yöneldim. Bu arada çalmaya başlamış olan John Butler Trio ana sahnedekileri bir hayli eğlendiriyordu. Fakat hedefe odaklanmıştım ve sadece 5 dakika dinledim.

DeVotchKa sahneye çıktığında çadır doluydu ama kendilerini tanıyan bir avuç insan vardı içeride desem yeridir. Çalmaya başladıklarında fotoğraf makinemin hafızasında bir önceki günden yer kalmamış olmasına ve cep telefonumun da şarjının bitmişliğine giydirdim habire. Şarkılara eşlik ederken bir baktım insanlar da kopmuş halde. Çok başarılı bir performans ve umarsız eğlence vardı çadırda. "Head Honcho", "Basso Profundo", "Along The Way", "Transliterator", "The Clockwise Witness" ve "Comrade Z" yeni albümden çaldıkları parçalar oldu. Doyamadım valla. Keşke videolarını kaydetmiş olmayı diliyordum hala çadırdan çıkarken. Bu arada grubun Black Cat White Cat'e gönderme yapmaları da hoşmuş.

Daha sonra Recep'le çadırda buluştuk ve erzakları tamamlayıp Tim Vanhamel'e doğru koyulduk. Alana tekrar girdiğimizde Panic At The Disco ana sahnede şenlendiriyordu ortalığı. Ona birer bira eşliğinde göz attıktan sonra hedef yine çadır oldu. Hem de bu sefer uzun süreliğine. Tim Vanhamel sahnedeydi ve yeni albümünden parçaları söylüyordu. Belçikalı olduğundan arada konuşmaları Flemenkçe yaptı ve bir kelime dahi anlamadım. Kıl oldum. Parçalarda gitar sololarını biraz abarttı ama genel olarak uygun bir performanstı.

Misak'ın da biraz etkilemesiyle Hercules & Love Affair'e şans tanımaya karar verdim Anouk yerine. İyi ki de öyle yapmışım. Sahneye çıktılar ve tüm seyirciyi kapsayan bir performans sergilediler. New York'un barlarından çıkan grupların aslında bu işte uzman olduklarını geçen sene görmüştüm. Parçaları ciddi oranda uzatarak ve albüme pek de bağlı kalmayarak Live PA performans sergilediler ama vokallerin emeklerini es geçmemek lazım. Andy Butler'ın yönetmenliğinde vokalde seksi transseksüel Nomi ve gay Kim Ann gerçekten etkileyici. Albümdeki tüm parçaların daha disko versiyonları vardı karşımızda. Hatta albümü tekrar dinleyince "Bunları mı dinledik yahu biz?" diyesim geliyor. Video da yok kimseyi inandıramam. Bu arada geçen hafta da yeni single'ları çıkmış ve ITunes'da bedava dağıtılıyordu yanılmıyorsam. Biz Türkler account alamadığımızdan öyle uzaktan izliyoruz.

Çadırda kalmaya devam ettik Mark Ronson'ı dinleme heyecanıyla. Sahneye çıkmadan önce birkaç Belçikalı'yla muhabbet ettim ve kitapçıktan okudukları sebebiyle izlemeye karar verdiklerini söylediler. Ben de çok eğlenceli geçeceğini tahmin ettiğimi söyledim. Zaten sahneye çıktıkları an bunu açıkça ortaya koydular. Mark Ronson prodüktörlükten gelen tecrübesini çok başarılı bir şekilde sahne performansına ve albüme dönüştürmüş. Albümde birçok ünlüyle çalışmış ve bunlar elbette tura katılmamış (Ummadım değil ne yalan söyleyeyim) fakat yerlerine gelen vokaller de oldukça yetenekli. Özellikle isimlerini hatırlamadığım rap vokalisti ikili muhteşemdi. Bir tanesi sonlarda yanıma kadar gelince daha da bir ısındım adamlara. "God Put A Smile Upon Your Face", "Oh My God", "Stop Me", "Toxic", "Valerie", "Apply Some Pressure", "Pretty Green" ve "Just" yorumları ortalığı yıktı geçti. Hele bir önceki gece Radiohead'i dinlemiş ve kendinden geçmiş seyircilere "Just"'ı çalması ile yer yerinden oynadı. Mark Ronson çıkacak albümünden de yeni bir parça çaldı ama ne olduğunu hatırlayamadım şimdi. Bu arada Kaiser Chiefs'ten Ricky Wilson'ı da sahneye çıkartıp tef çaldırması ve mikrofona uzandığında "sen tef çalmana bak" der gibi bir hareket yapması herkesi yerlere yatırdı.

Bu kadar eğlenceden sonra ağırlaşan program sebebiyle önce ihtiyaç molası ve arkasından da The Raconteurs'den Jack White'a bir saygı duruşu için ana sahneye yöneldik. Yaklaşık yarım saat dinledikten sonra mahsun bir şekilde Grinderman'e yöneldim. Açıkçası The Raconteurs'daki hayal kırıklığım doğrudan Grinderman'e de yansıdı ve hatta sonrasında Justice'e de. Grinderman'de Nick Cave yine güçlü bir performans sergiledi. Ama dikkatimi toplayamadım bile.

Justice başladığında çadır dışından izlemeyi yeğledim çünkü inanılmaz bir çılgınlık vardı çadırın içine girmeye yönelik. Milletin elinde plastik bira şişelerinden, kartonlardan, şundan bundan yapılmış haçlar ve bir adet kocaman dildonun arasında biz usulca biramızı içiyorduk. Justice çıktı, parçalarını çalmaya başladı, millet zıpladı, ben hala elimde yedekte tuttuğum 2. biramla öyle kalakaldım. Bunca zamandır öve öve bitirilemeyen performans buysa vay halimize. Geçen sene Daft Punk'ı, Underworld'ü gördükten sonra şöyle ukalaca etrafı süzdüm ve "Siz buna eğlence diyorsanız akşam Underworld'ü görün lan veletler" diye bağırasım geldi. Bağırmadım.

Beck ve Underworld arasındaki program aranjmanım geçen sene seyrettiğim için yaklaşık yarım saatlik bir Underworld hasreti giderme çalışması ve arkasından hiç görmediğim ve görmeyi de istediğim Beck'i izlemekten oluşuyordu. Underworld sahneye çıktığı an Beck yalan oldu. Hem de ne yalan. Aklıma geldiyse şerefsizim. Yaklaşık 30.000 kişi (Çadır dışı kum gibi insandı, sayamadım) akıl almaz derecede ulvi bir performansa şahit olduk. Nereden başlasam, nasıl anlatsam bilemedim. Aklıma geldikçe geçen sene kıçlarını kaldıramayıp bu efsaneyi Efes One Love Festival'da izlemeye gelmeyen hödüklere giydirmeden edemedim. Orada 2-3.000 kişi yerine 10.000 kişi olsaydı o zaman tam tadını çıkarırdı herkes. Çadır kendinden geçti. Böyle çığlıklar, böyle alkış, böyle her şeyi bir arada az görür insan. Geçen seneki Beastie Boys halt etti bunun yanında. Karl Hyde en sonunda dayanamadı, "Bu gece çadırı ana sahneye çevirdiğiniz için size teşekkür ederim" dedi. Ortalık yine yıkıldı. Yemin ederim, hayatımın en güzel anlarından birini yaşadım. Kendimi kaybettim 1.5 saat boyunca. Doyamadım, doyamam. Videolarını seyredin. Hele en son videoda performans bittiğinde insanların yerde nasıl tepindiğini ve kameranın artık kontrolden çıkışını izleyin. Olmadı "Born Slippy", "King Of Snake" ve "Rez"'de insanların delirişini, elden ele uçan devasa balonları ve "Two Months Off"'ta 30.000 kişinin "You Bring Light In" diye tüm festivali inetişini dinleyin.

Underworld'ün aslında dEUS'tan sonra çıkması gerektiğini düşünerek ana sahneye yöneldim. Yaklaşık 2 saattir ne yeme ne içme hiçbir şey düşünemediğimden dEUS başlamadan hemen depoları doldurmaya yöneldik. dEUS başladığında ise hala aklımda Underworld vardı ama tüm Belçikalı'lar tek bir ağızdan dEUS'a eşlik ediyordu. Aslına bakarsanız dEUS gerçekten başarılı bir performans gösterdi. Yeni ve eski albümlerden birçok parçayı önümüze güzel bir şekilde koydular. Ama olmadı, olamadı, ben hala "You Bring Light In" diye mırıldanıyordum. Her şey bitip de A3'e döndüğümüzde bile avazım çıktığı kadar "You Bring Light In" diye bağırıp dans ediyordum. Yatmadan önce önümüzdeki senenin Line Up'ına dair hayaller üzerinden konuşarak ve hala ama hala "You Bring Light In" diye mırıldanarak zaman geçirdik. Bu arada önümüzdeki sene için istek listemizi oluşturduk:

U2, Rammstein, Red Hot Chilli Peppers, Daft Punk, Foo Fighters, Massive Attack ve tabii ki Portishead.

Günün performansı:

Underworld

Günün hayal kırıklığı:

Justice

Günün parçaları:

MP3: Underworld - Born Slippy (Live At Tokyo)
MP3: Underworld - Two Months Off (Live At Tokyo)
MP3: Hercules & Love Affair - Athene
MP3: Mark Ronson Ft Amy Winehouse - Valerie

Günün videoları:

Underworld

Beautiful Burnout


Two Months Off


King Of Snake


Kapanış - İnanılmaz!!!

19.7.08

Rock Werchter 2008 - 3. Gün - Weird Fishes

Radiohead'in adı geçen sene Ekim'de resmi olarak açıklandığından beri beni heyecanla dolduran güne geldik çattı. Üstelik Radiohead'in yanına Sigur Rós, Ben Harper ve Editors da eklenmişti. Önceki gün iyice dinlenmek istememin sebebi sanırım iyice ortaya çıkmıştır.

Güne yine ne yaptığını veya yapacağını bilemediğimiz bir havayla başladık. Yarım saat çiseleyen yağmur daha sonra hiç konuyla alakası yokmuş gibi yerini güneşe bırakıyordu. Biz de yarım saat üstümüzü çıkarıp kalan yarım saatte yağmurluklarımızı alıyorduk üzerimize. Ama hiçbir şey bu günü bozamazdı.

Yine her zamanki gibi ilk performansı kaçırdık. Gossip'i ana sahnede görünce biraz takıldık ama bu takılma uzun sürünce MGMT'yi kaçırdık. Etti 2. Bir güne bu kadar yeter de artar. O yüzden doğrudan programıma geri döndüm. Band Of Horses (BOH) sıradan bir performansla bizi karşıladı. BOH biterken doğrudan yapabileceğimiz kadar yemek ve içecek takviyesine giriştik zira bu saatten sonra hepsi oldukça zorlaşacaktı.

Ana sahnede Editors için yerimizi aldık ortalarda. Bu konser itibariyle de adım adım ilerilere doğru yönelmeyi planladık. Editors çok başarılı bir şekilde sahnede yerini aldı. Enerjisini seyirciye aktarma konusunda yetenekliler. Özellikle Tom Smith'in takdire şayan performansının hakkını vermek lazım. Ülkemize de 4 Ekim'de R.E.M.'le beraber gelme ihtimalleri de bayağı bir güzel. "Smokers Outside Hospital Doors"'a ayrı bir hayran kaldım konserde. "The Weight Of The World" ve "All Sparks"'ı da unutmamak lazım.

Editors'dan sonra arada ciddi biçimde ilerleyerek geçen sene de seyrettiğim Kings Of Leon için önlerde yerimizi aldık. Artık buraya girdik ve çıkış yoktu. Kings Of Leon'un bu performansı geçen seneye oranla daha başarılıydı. Belli ki geçtiğimiz 1 sene içerisinde konser tecrübeleri bayağı artmış. Seyirciyi daha rahat kontrol ettiler. Followill sülalesi beğeni topladı. Caleb'in saçlarını kesmiş olması da dikkatlerden kaçmadı. Zaten Jack Daniels içen bir sülale kötü müzik yapamaz.

Ben Harper Amerika'nın böğründen esen bu rüzgarı muhteşem bir şekilde devam ettirdi. Bir anda kendimi Blues festivalinde hayal ettim. Seyirciyi muhteşem bir şekilde avcuna aldı, mesajlarını iletti, The Innocent Criminals ile hayran bırakan müziğini sundu ve devasa bir şekilde sahneden indi. Soloların bol olduğu bir şov vardı karşımızda. Gitarı kucağına koydu ve 2 parçada bize öyle bir müzik sundu ki tarif edilemez.

Ben Harper bittiği an yakıt ikmali ve boşaltımı için kenardaki kabinlere ve yiyecek bölümüne geçtik. 2 muz ve 2 bira önümüzdeki Sigur Rós ve Radiohead konserleri için bana yetmek zorundaydı. Sigur Rós'u beklerken yorgunluk emarelerini gösterdiğinden artık koyverdim ve serdim yağmurluğumu oturdum ıslak zemine. Sigur Rós başladığında ise ne yorgunluk kaldı, ne ıslaklık, ne de başka bir şey. Zaman durdu. Güneş batıyordu. Bulutların azaldığı gökyüzünde ise güzel bir manzara bize unutamayacağımız dakikaları işaret ediyordu. Önce çok ağır 2 parçayla başladı Sigur Ròs. "Svefn G. Englar" desem yeterli açıklama olur herhalde. 2. parça da "Ny Batteri" idi. Bu parçalarda Jonsi'nin vokal tekniğine hayran kaldım daha en baştan. Daha sonra "Glosoli" ve "Saglopur" geldi. E hani nerede derken yeni albüme el attılar, "Viğ Spilum Endalaust", "Festival", "Fljótavík" derken kendimizden geçtik.

"Gobbledigook"'ta tüm seyircileri apayrı bir neşe kapladı önce. Daha sonra havaya atılan binlerce minik kağıt parçasının oluşturduğu o inanılmaz şov geldi. Kelimelerin anlamsızlaştığı an o andı. Aşağıda videosu var ve mutlaka seyredin. Zaten sonunda bir "Aah ah" çekişim var ki her şeyi açıklıyor.

Derken günün en özel anına geldi çattı saatler. Yıllardır Türkiye'ye gelecek mi acaba, gelmez kesin, belki gelir be abi diye hayıflandığımız Radiohead'i sonunda izleme anı. Konser başladığında herkes put kesilmişti. Nefes alan da pek yoktu. Weird Fishes/Arpeggi ile başlayan maraton "The National Anthem", "Lucky" ve "All I Need" ile devam etti. "There There" ve "Nude" ile bir anda yeniden kendimizden geçtikten sonra "Climbing Up The Walls" geldi. "The Gloaming"'de etkilenmem biraz azaldı. "15th Step"'te Thom Yorke iki noktada sözleri es geçti. Daha sonra ilk defa adam gibi konuşarak Neil Young'a saygısını belirtti. "Faust Arp" ve "How To Dissapear Completely"'nin hazırlığından sonra "Jigsaw Falling Into Place"'te tabiri caizse ortalık yıkıldı. "Optimistic" ve "Just" da keza "Reckoner"'a hazırladı. Efsanevi parçalar nerede derken "Idioteque" suratımıza bir tokat gibi çarptı. "Bodysnatchers" ise performansın ilk bölümünü tüm enerjisiyle kapattı ama seyirciye bu yetmeyecekti.

Bisten sonra "Videotape" ile döndüğünde melankoli sınırlarımızı doldurmuştuk artık. "You And Whose Army?" ve "2+2=5" fırtınadan önceki sessizliği andırırken "Paranoid Android" geldi ve yeniden tüm seyircilerin kalp atışı tek bir ritme oturdu. "Everything In It's Right Place" ile kapanışı yaptıklarında Radiohead'e doyamamış, yorgunluktan bitap düşmüş herkes biraz daha uzar mı acaba diye hala umutlu bekliyordu. Ama olmadı. Çadıra dönerken boşalan o devasa kitlenin içerisinde birçok insan hala konseri mırıldanıyordu kendi kendine.

Günün performansı:

Radiohead

Günün hayal kırıklığı:

Ben Harper konseri sırasında basın sesini öküz gibi açan dingil teknisyen

Günün parçaları:

MP3: Editors - The Weight Of The World (Live @ Glastonbury)
MP3: Sigur Rós - Gobbledigook Live @ Benicassim 2008
MP3: Radiohead - Recroker Live @ West Palm Beach 2008

Günün videoları:

Editors

The Weight Of The World


Kings Of Leon

Fans


Ben Harper


Sigur Rós




Viğ Spilum Endalaust


Gobbledigook


Inní Mér Syngur Vitleysingur


Radiohead

Weird Fishes/Arpeggi


Just


Idioteque


Paranoid Android

17.7.08

Rock Werchter 2008 - 2. Gün - Bitter Sweet Symphony

2 gündür rezalet bir havayla karşılaşmış olmanın verdiği burukluğu sabah kalkınca doğrudan üzerimizden attık tepemizde parlayan güneşle. Daha sonra festival için önceden yaptığım planı bir kenara atıp geniş bir kahvaltı seansından sonra iş sosyalleşmeye ve top oynamaya geldi. Tabii bunca yanımızda kümelenmiş İspanyolların ve yeni bitmiş olan Avrupa Şampiyonası'nın da etkisi vardı.

Öyle böyle derken bir anda güneşte kavrulduğumuzun farkına varamadık, vardığımızda da geç olmuştu zaten. Ondan sonra "Amanın Slayer kaçtı" nidalarıyla festival alanına yönlendik. Babyshambles şaşırtmadı ve müzikten çok magazin grubu olduğunu gösterdi gelmeyerek. Pete'in Amy Winehouse'tan öğreneceği çok şey varmış. Velhasıl ana sahnede yine Air Traffic olduğundan hiç kendimizi yormadan çadıra yöneldik. Çadırda ise My Morning Jacket'in hazırlıkları vardı. Daha sonra performans başladı ama kayda değer bir nokta bulamadığımdan es geçiyorum.

Ana Sahnede Jay-Z olduğundan çadırda kalmayı yeğledik. Hakkında birkaç şey duyduğum ama o ana kadar hiç dinlemediğim Duffy çıktı bu sefer karşımıza. 2 şarkıdan sonra beynim şişmiş olarak çadırdan kaçtığımı biliyorum. O tiz sesi bu kadar yüksekten dinlemek (Hem de çadırda) bir anda beynimi döndürdü açıkçası. Bu arada bu kaçışlar sebebiyle güneşe çıktıkça daha da bir yandık. Neyse biraz dinlendikten sonra The Verve'e yöneldik.

Richard yine aynı edasıyla hiç değişmedim ben der gibi sahnede şovunu yaptı. Eski parçaların yanında 2 tane de yeni parça söyledi ama Glastonbury performansının biraz gölgesinde kaldı gibime geldi ve alınmadım değil. Ama yeni parçaları hakkında yapabileceğim yorum çok güzel oldukları yönünde. Internet'ten yayınladıkları ilk çalışmalarını da çok beğenmiştim. Albüm gayet güzel olacağa benzer. Zaten ön satışı da başlamış durumda "Forth"'un. Bu arada Richard performansın sonlarına doğru Jay-Z'ye inceden giydirdi, Neil Young babaya da saygıda kusur etmedi.

Biraz dinlendikten sonra Neil Young'ı beklemeye başladık. E bir daha görememe endişesiyle kaçırılmaması gereken bir konser olduğundan içimi bir heyecan kaplamıştı. Ama şans o ki zibidi kameramın pilleri bitti. Yeni bir fotoğraf makinesi almanın vakti geldi sanırım.

Neil Young'ın performansı hakkında Harun İzer'den biraz bilgi almıştım ve konser o çerçevede başladı. Akustikle başlayan efsane daha sonra klasikleri ardı arkasına döşedi, seyirciyi çılgın attırmadıysa da eski günlere götürdü, müziğe ve kendine doydurdu. Hey Hey, My My'ı canlı dinlemek de bu kadar leziz olabilirdi.

Neil Young'ın bitmesine yakın biz de bittik. Güneşten bu kadar yanmış olmamızın vermiş olduğu yorgunluğun yanında havanın soğuması ve bizim dımdızlak giyinmiş olmamız çadıra yönelmemize sebep oldu. Çadıra gittiğimizde ise giyinip çıkmak yerine giyinip yatmayı tercih ettik. Moby sahnedeydi, duyuyordum. İnsanlar eğleniyordu, duyuyordum. Ama çok yorgundum, yarın uzun bir gün olacaktı ve Neil Young'ın üstüne tüm sevgime rağmen Moby dinleyesim gelmedi.

Bu arada herkesteki genel kanı Pazar gününün en zayıf gün olduğuna dairdi. Bana göre The Verve ve Neil Young'a saygısızlık olmayacaksa en zayıf gün kesinlikle 2. gündü.

Günün performansı:

The Verve

Günün hayal kırıklığı:

Babyshambles rezaletini saymazsak Duffy

Günün şarkıları:

The Verve - Bitter Sweet Symphony (Live @ Glastonbury 2008)
Neil Young - Dance Dance Dance (Live)

Videolar:

The Verve (Yeni parçası)


The Verve - Bitter Sweet Symphony

12.7.08

Rock Werchter 2008 - 1. Gün - Supernatural Superserious

Çakallık yapıp 1 gün önceden gittik ancak kamp alanlarının Perşembe sabahı açılacak olmasıyla ufak bir sendrom yaşadık Leuven'deyken. Neyse daha sonra Werchter kasabasının bir ucunda bulduğumuz "Klokkeberg" özel kamp alanına yerleştik. Bu alanın Rock Werchter'le hiçbir alakası yok ancak çok güzel bir yere konuşlanmış ve festival öncesinde güzel ve minik bir tatil imkanı sunabilir önümüzdeki senelerde gitmek isteyenlere.

Yağmurlu bir havada sabah başladığımız taşınma işlemlerinden sonra A3'te yerimizi aldık ve ufak bir dinlenmeye çekilme moduna girdik sabah yorgunluğunun ardından. Daha sonra Carrefour zincirinin bir halkası olan "1" adlı kamp alanlarına özel marketten eksikleri aldıktan sonra yemek ve festival alanına girmek kaldı geriye. Hava düzeliyor muydu ne? Yok canım.

İçeri girdiğimizde ilk "Air Traffic"'i izledik. Festivalin açılışı açısından idare eder bir performanstı ama daha ileride mecburen onları tekrar izleyeceğimi bilmiyordum henüz. Arkasından "Vampire Weekend"'e geçtik. Beklentilerimin azını karşılayan bir performans oldu bu. Belki de daha ısınamamıştım festival ortamına bilemiyorum.

"The National" ise ciddi anlamda baydı beni. Yağmur yağıyor olması her ne kadar çadırı çekici hale getiriyor olsa da içerideki müzik sebebiyle ben yine de dışarıda kalmayı ve ihtiyaç molalarını (Yemek+bira) gidermeyi tercih ettim. Üzerime biraz da kola döktüm tam festival havasına girebilmek için.

Daha sonra Shameboy'a kısa bir kulak kabarttım. İlk araya yerleştirildiğinde (Chris Cornell yerine!) yabancı seyirciler yadırgamış, Belçikalılar doyasıya sevinmişti. Daha sonra sebebini anladım oradayken. Electro House ve Electro Trance çalan ikili çadırdakileri bir hayli coşturdu.

Zaman kaybetmeden Lenny Kravitz'e geçtik ve eğlence başladı. Timsah derisinden botları, güneş gözlüğü ve nidalı duruşlarıyla müziğinin yanında ayrıca mesut eden bir havası vardı. Bir hayli ağırdan aldığı performansı sonlara doğru "American Woman" ve bisten sonra patlattığı "Are You Gonna Go My Way" ile doruklara çıktı. Kısa kaldı ama birçok insanı yağmurun altında ısıtıp gitti. Sonradan R.E.M.'i beklemeye koyulduk.

Festivale girdiğimde hemen R.E.M.'in tur t-shirt'ünü aldığımdan ve arkasında 4 Ekim 2008 Istanbul, SOS Festival haberini gördükten sonra daha bir rahat davrandım. Zaten 29 Ağustos'ta Rock En Seine'de de tekrar izleyeceğimden çok önlere gitme çılgınlığım olmadı. Ama orta yaşlı kurtlar uzakta da olsam beni tüm güçleriyle içlerine çektiler. Yeni albümden "Living Well Is The Best Revenge" ile başlayan yolculuk "What's The Frequency Kenneth" ile devam etti, arkasından "Drive", Man-Sized Wreath", "Accelerate", "Hollow Man", "Driver", "Houston", "The One I Love", "Until The Day Is Done", "Let Me In", bir konser klasiği "I'm Gonna DJ" geldi. Bis verdiklerinde bir hayli kıyamet koptu. Geri döndüklerinde de "Supernatural Superserious", e haliyle "Losing My Religion", "Man On The Moon" ve Los Angeles'ın gece görüntüsüne adadıkları "Electrolite" beni benden geçirdi. Özellikle "Losing My Religion"'da seyirci desibel rekoru kırmış olabilir.

İlk güne ait elimde bulunan birkaç videoyu da ekledim. Daha da ekleyeceğim. Youtube yasaklı olduğundan Google'a yüklüyorum. Artık idare edin. Açıldığında Youtube'a da ekleyeceğim.

Günün hayal kırıklığı:

The National

Günün en güzel performansı:

R.E.M.

Günün şarkısı:

R.E.M. - Losing My Religion

Videolar:

Shameboy



Shameboy (Çadır dışı)



Lenny Kravitz - American Woman



Lenny Kravitz - Are You Gonna Go My Way?



R.E.M. - Living Well Is The Best Revenge



R.E.M. - Losing My Religion

10.7.08

Monte La Rue - The End Of The Rainbow (United, 2008)

Rock Werchter'den döndükten sonra festivalin uzunca bir incelemesini yazmaya başlamadan önce kulağıma takılan bir albümü incelemek istedim. Ayrıca bir nebze de nefes almam lazım yoksa fazla ballandıracağım anlatırken.

Monte La Rue Belçikalı bir DJ/prodüktör. Fakat müziğine bakarsanız Miami'den veya Ibiza'dan çıktığına yemin edebilirsiniz. İlk albümleri "Interludia" oldukça dikkat toplamıştı özellikle chill out sevenler arasında. Şimdi çıkan yeni albümleri de benzer bir etki yarattı. Yoğun bir geceden sonra rahatlamak için sıcak banyoyla birlikte ilaç gibi gelen bir tarzları var.

Aslında Monte La Rue yaptığı toplama albümlerle de oldukça ilgi çekti fakat bu kadar güzel müzik yapabiliyorken toplamanın anlamı ne diyerek doğrudan işin mutfağına girmiş. Bence de çok güzel bir karar vermiş. Ama Hollanda'daki VIP partilerine halen devam ediyor ve bu konuda da büyük bir talep var.

Albüm baştan sona huzur. Zorlamayan, şehrin stresinden uzak, ayakları uzatan, şöyle bir uzandıran müzik yapıyor. Benzetmeli açıklama gerekirse St. Germain'in müzikalite açısından daha basiti ama dinlenebilirlik açısından daha geniş kesime hitap edeni. Saksafonun yerinde ve etkili bir kullanımı var çoğu parçada. Bunun yanında G.Amerika'ya ait birçok çalgıya da yer vermiş. Gitar da Avrupa kökenli olması sebebiyle bir hayli yer bulmuş kendine ve onun kullanımda cidden St.Germain nidası var. Vokal çok az, olduğunda da parça boyunca değil sadece ayrı bir çalgı gibi yer alıyor parçanın içerisinde.

Uzun lafın kısası yazın göbeğindeyiz, tatile gidemeyenler, gitmesine az kalanlar ve dönmüş ama hala aklı fikri tatilde olanlar için ideal. Zaten bir tek tatilde olanlar kaldı eksik. Neyse. Dinleyin derim. Yazın tadı böyle albümlerle gayet güzel çıkıyor havalar çok sıcak bile olsa.

MP3: Monte La Rue - In The Mood
MP3: Monte La Rue - Malibu Marina

Monte La Rue'nun resmi sitesi
Monte La Rue @ MySpace
Albümü satın almak için

8.7.08

Anthony Rother - My Name Is Beuys Von Telekraft (Telekraft, 2008)

Anthony Rother yerinde duramayan bir cisim. Oldskool Electro konusundaki yeteneğinin tartışılmaması gerekiyor artık ancak habire plak şirketi kurup diğerlerini bir kenara bırakması insanı çileden çıkarıyor. Şu ana kadar 6 plak şirketi kurmasına hayretle bakıyorum. Özellikle de son kurduğu Datapunk'ın başarılı bir şekilde devam etmesine rağmen bu yeni şirketi kurması garip geldi.

Anthony Rother müzikal yeteneğinin yanı sıra karakter açısından da fakir. Ancak buna rağmen saygı duymak gerekiyor müziğine. Ama bu kadar. Yoksa gördüğüm yerde döverim. İşin şakası bir yana organizasyon sektöründe pek de hazzedilmeyen bir isimdir lakayıtlığı sebebiyle.

Gelelim Anthony Rother'ın önemli kısmına, müziğine. Oldskool Electro yapar kendisi en başta söylediğim gibi. Hatta Almanya'da Kraftwerk'in varisi olarak da gösterilmiştir zaman zaman. Bunun yanında farklı projelerle New Wave'e de göz kırpmaktadır.

Yeni albümünde ise farklı bir yaklaşıma gitmiş ve bu sefer iki disklik tek albümde bu iki yaklaşımını birleştirmiş. Albümün ilk diski tamamen kendi deyimiyle Electronic Body Music'e adanmış durumda. Bu türdeki eski albümlerinden farklılık pek yok. Sadece vuruşlar biraz daha yuvarlak diyebilirim. Onun dışında aynı tas aynı hamam. Hatta hani zorlarsam bazı noktalarda (Örn: Digital Vision) minimalizmden bile etkilenmiş diyebilirim ama kaçmış bir tren o zaten. Pek bir anlamı kalmıyor şu noktada. Bu bölümde "My Name Is Telekraft", "64 Bit Audio" ve biraz zorlayınca "Liquid System" akılda kalıyor.

İkinci diske geldiğimizde ise ortam tamamen değişiyor. Geomatrix adında 10 parçadan oluşan disk tamamen deneysel elektronik müzikle New Age arasında kendini konuşlandırıyor. Bazı noktalarda Dopplereffekt kıvamına yaklaşıyor, bazı anlarda Jean-Michel Jarre'ın eski çalışmalarına göz kırpıyor. Sonuç olarak ise ilk diske fark atacak nitelikte güzel bir çalışma diyebilirim. Yine bir şekilde kurtarmış kendisini çakal.

MP3: Anthony Rother - My Name Is Telekraft
MP3: Anthony Rother - 64 Bit Audio

Anthony Rother @ MySpace
Telekraft Recordings @ MySpace
Albümü satın almak için

1.7.08

Ratatat - LP 3 (XL, 2008)

Ratatat daha önce Proodos'a hem "Classics" albümünün incelemesiyle, hem "Remixes" albümüyle, hem de onlarla yaptığım röportajla konuk olmuştu. Elbette bu konuk olmalardan bellidir herhalde onları çok sevdiğim.

Kendi hallerinde, gayet sıcakkanlı bu ikili ile röportajımda Ağustos 2007'de yeni albüm çalışmalarına başlayacaklarını söylemişlerdi. Albüm çalışmaları biraz geç başladı ve tüm detaylar ancak Nisan ayı sonunda bitmişti. Hal böyle olunca albüm de Temmuz ayının başında çıkacak.

Albümü daha dinlemeden plak olarak sipariş verdim. Dinlediğimde ise doğru bir hareket yaptığımı görmüş oldum. Önceden belirteyim, albümü "Classics" kadar sevemedim ama ondan çok da uzak değil. Hakkını yemeyeyim. "Classics"'te "Loud Pipes" beni benden almıştı. Normalde yapmayacak olsam da sadece o parça yüzünden albümün gerisi kötü olsa bile çok eleştiremezdim.

İlk single olan "Shiller" ile açılan albüm gayet güzel bir giriş sağlıyor. Ratatat olduğu daha ilk andan itibaren belli albümün. "Falcon Jab" ile kendi bazı özelliklerini taşıyan nükteler koymuş olsalar da bir nebze Royksopp havası sezinlemek mümkün Electro Pop edasında. "Mi Viejo" adından da anlaşılacağı gibi Hispanik ezgileri altında geliyor. Yine yumuşak başlı Ratatat'ı dinliyoruz burada. Filtreli elektrik gitar yerine klasik gitar daha çok karşımızda. Parçadaki ağırlık ise tabla benzeri vuruşlarda.

"Mirando" ile kendimize dönüyoruz. Elektronik altyapı güzelliklerin habercisi gibi. Gitar girdiğinde ise tüm endamıyla Ratatat karşımızda. Dub türündeki "Flynn" değişik bir tad bırakıyor ağızda. Ve yine Ratatat özüne dönüyor "Bird Priest" ile. Bu hava aynı şekilde "Shempi" ile devam ediyor. Dürüstçe söyleyeyim neşem de iyice yerine geliyor. "Impreials"'a geldiğimizde ise artık iyice rahatlamış durumdayım. Bir nevi fırtınadan önceki sessizlik havası var parçada. Arada bir sertleşen rüzgar ama koro bölümleri haricindeki minimalist duruş bana bunu düşündürdü. "Dura" Ortaçağ'dan kalma bir melodiyle başlıyor. Daha sonra Hip Hop vuruşlarıyla birlikte yerleşiyor ve arkasından çoştukça çoşuyor. Sonrasında "Brule3" daha da bir coşturuyor. Artık iyice Ratatat albümü oldu. "Mumtaz Khan" ise Doğu ritmleriyle birleşmiş bir parça ve kesinlikle Ratatat'ın bu albümünde sözü edilecek çalışmalardan biri olacak. Önceki dörtlüyle birlikte tabii. "Gypsy Threat" ise biraz modifiye edilmiş Roman ezgileriyle başlıyor koşarcasına. Zaten o koşu başlıyor ve akabinde de kısa olan parça bitiyor. Geldik albümün sonuna. "Black Heroes" onca harala güreleden ve enerjiden sonra sakince kapatıyor albümü. Sanırım bir albümün daha geride kalmasının hüznüyle yer alıyor en sonda bu parça.

MP3: Ratatat - Mirando
MP3: Ratatat - Dura

Ratatat'ın resmi sitesi
Ratatat @ MySpace
Albümü satın almak için