30.8.07

Lee Rocker - Black Cat Bone (Alligator, 2007)

Ne zamandır Rockabilly dinlemiyorsunuz diye sorsam kim tam tarihi söyleyebilir acaba? Rockabilly ne ola ki diyenler olacaktır, (Rock N Roll + Country)/2 diye matematiksel açıklayayım. Baştan alıp daha açık sormak gerekirse en son ne zaman Elvis Presley, Jerry Lee Lewis, Carl Perkins veya daha modern olanlardan Chris Isaak veya Stray Cats dinlediniz? İşte şimdi zamanı.

Lee Rocker Stray Cats'in üyesiydi. Stray Cats ise 70'lerin sonlarında Rockabilly türünün yeniden canlanması için tek başına savaştı ve uzun süre bu savaşta büyük başarılar kazandı. Lee Rocker ise grubun dağılmasıyla çeşitli projelerde yer aldı, Eric Clapton, Carl Perkins, George Harrison ve Ringo Starr gibi birçok efsaneyle birlikte çaldı. Daha sonra solo kariyeri başladı 90'ların ortalarında ve karşımızdaki albüme kadar başarılı bir şekilde devam etti.

Albüm temiz, tertemiz bir Rockabilly. Hani James Dean gibi etrafta gezmek istiyorsanız, alın koyun teybinize ve gezin alabildiğince. Ama saçları unutmayalım tabii. Emin olun içinizde bir şeylerin kıpraştığını hissedeceksiniz.

Kesinlikle eğlenceli, hareketli bir çalışma var karşımızda. Gerek Rock N Roll, gerek Country, gerekse modern Rock öğelerini güzel bir paydada barındırıyor parçalar. Lee Rocker her ne kadar Carl Perkins hayranı olduğunu bağıra bağıra açıklasa da vokalde Elvis Presley esintileri hissediliyor. Ama bundan doğal ne olabilir zaten.

Albümde James Dean hissiyatı uyandıran parçalar:

2) Crazy When She Drinks
3) One More Night
4) Black Cat Bone
5) Lost Highway (Bon Jovi'den kat be kat iyi)
9) String Bass, Guitar And A Drum
10) The Wall Of Death
12) The Highway Is My Home

MP3: Lee Rocker - Crazy When She Drinks
MP3: Lee Rocker - The Highway Is My Home

Lee Rocker resmi sitesi

29.8.07

M.I.A. - Kala (Interscope, 2007)

Ben de ne sakin geçiyor şu Ağustos ayı güzel güzel diyordum. İlla bir şeyler çıkacak. Bu sefer de ortalığı M.I.A. karıştırdı yeni albümüyle. Mathangi Maya Arulpragasam'ın projesi M.I.A. 2005 yılında çıkardığı "Arula" albümünün etkisi geçmeye yüz tutmadan elini tekrar taşın altına koymuş.

M.I.A.'nın ilk albümün döndüğümüzde eğlenceli bir politik albüm vardı karşımızda. Şimdi eğlencenin dozajı biraz daha artmış durumda. O kadar başarılı bir çıkış albümünden sonra bunun gelmesi muhteşem. Üstüne sözlerin açık seçikliği de tavanda. Maya İngiltere doğumlu bir Sri Lankalı. Bebekten döndüğü Sri Lanka'dan
iç savaş sebebiyle kaçıp İngiltere'ye dönmüş. Zaten vokallerdeki kendine has yorumundan ve politik duruşundan bu fazlasıyla dikkat çekiyor. Politik duruşu da babasından kalma. Sri Lanka'daki iç savaşta tehlike yaşamalarının sebebi babasının aktivist ve sert politik duruşu.

Albümü ilk dinlediğimde kafamda soru işareti vardı ama zaten yeni bir şey dinlenildiğinde ve değişik geliyorsa birkaç kez daha dinleme taraftarıyım. İnsanın modu modunu tutmaz çünkü. Çok dinlememe de gerek kalmadı zaten. 2. dinlemeden sonrakiler beğeniden looplanmıştı. Bu arada M.I.A. bu albümde kendini çok güzel bir dertten kurtardı. Nelly Furtado ile yoğun bir kıyaslama dönemi yaşadı ilk albümünden sonra ama bu albümden sonra kendi çizgisini tamamen Nelly'den farklı yapılandırmaya devam etti.

Albüme ne diyeyim bilemedim şimdi. Big beat, reggae, garage pop. Ama şunu söyleyeyim. Albüm baştan sona baş döndürüyor. "Boyz"'un başını 15 saniye dinleseniz o zaman tamamen anlarsınız ne demek istediğimi. Dinlerken kalçayı sallamıyorsam ne olayım. Bu arada big beat dedim ama tribal bir big beat. Çok güzel olmuş. Bu arada "Jimmy"'de albümün o anki gidişine oranla taban tabana zıt bile diyemeyeceğim bir zıtlık karşımıza çıkıyor ve synth pop duyuyoruz. Bu parça 80'lerde güzel bir hit olurdu kesin. Bunun yanında "XR2" ise doğrudan garage etkili bir hip hop. Girişi tamamen garage yapısında. Çok farklı ve eğlenceli olmuş.

Bu albümü Amerika'da tüm kulüplerde bolca duyacaklar. Bu su götürmez bir gerçek. Hip hop hastası olan ve elektronik müzik partilerinde bile hip hop isteyen bir toplum bu albümü mutlaka listelerin en tepesine taşıyacaktır. Elbette bu M.I.A.'nın Amerika'ya giriş sonunu da çözmüş durumda. Upuzun bir Amerika turnesi kendisini bekliyor.

Ha ben de albümü bu senenin tepelerine taşıdım ama sebebi farklı. Müzikal açıdan inanılmaz zengin, muhteşem bir öngörüyle kotarılmış parçalar. Farklı türlere kaysalar da belirli bir çizgi üzerindeler. Tamam "Jimmy" hariç. Yine de bu albüm şunu gösterdi ki M.I.A. bize gelecekte de çok güzel şeyler sunacak.

MP3: M.I.A. - Bamboo Banger
MP3: M.I.A. - Boyz

M.I.A. resmi sitesi
M.I.A. @ MySpace

28.8.07

Avishai Cohen - As Is Live At The Blue Note (Half Note, 2007)

Avishai Cohen İsrail doğumlu yeteneği su götürmeyecek bir basçı ve besteci. Başarılı cazcı bugüne kadar birçok övgüyü hakedecek iş yaptı. 1970 doğumlu olmasına ve orta yaşlarına henüz girmiş olmasına rağmen tekniği ve ortaya koyduğu çalışmalarla şimdiden olgunluğa çoktan ulaştığını bize gösterdi.

1998 yılında ilk albümünü çıkaran sanatçı bugüne kadar toplamda 7 stüdyo albümüyle dikkat çekiyor. Bu yılın Nisan ayında ise ilk canlı albümü "As Is Live At The Blue Note" ile karşımıza çıktı. Albüm 2006 yılında Avishai Cohen'in trompetçi Diego Urcola ve saksafonist Jimmy Greene ile verdiği 2 konserden derlenen bir "performans albümü". Şu ana kadar 2007 yılında çıkan en iddialı performans albümü olma özelliğine de sahip bana göre.

Albüm aslında trio açısından genel olarak üst düzeyde başarılı. Ama albümü tamamen dinledikten sonra Avishai Cohen'in bas gitara hakimiyeti şapka çıkartıyor. Seyretsem kesin birkaç gün ağzım açık gezerdim, ona hiç şüphem yok. "Elli" başladığında öyle bakakaldım etrafa. Hareket edemedim.

Bu arada albümde sadece Cohen'i övmemek lazım. "Smash"'te Jimmy Greene solosuyla ön plana çıkmakta hiç zorlanmıyor. Trio genel olarak albümdeki parçaları çalarken albümlerdeki yumuşak ve bazen güçsüz noktaları tamamen ortadan kaldırmış. Performans boyunca bir gövde gösterisi izliyoruz sürekli. Hareket eksik olmuyor. Hatta "Caravan"'ın sonundaki bateri solosu bölümü bana Motörhead'i anımsatacak kadar hızlı.

Elbette Blue Note'ta dileyemediğimizden ve dinleme imkanı da sınırlı olduğundan böyle albümler gerçekten çok güzel ışık tutuyor bu performanslar açısından. Hareketli, güzel ve hatta bazı yönlerden ele avuca sığmayacak bir müzik için albümü mutlaka deneyin derim.

MP3: Avishai Cohen - Elli
MP3: Avishai Cohen - Remembering

Avishai Cohen resmi sitesi

26.8.07

Jimi Tenor Röportajı

Bir iş gezisi için gideceğim Helsinki’de Scandic Marski otelinin barında Jimi Tenor’la güzel bir röportaj yapma imkanım doğduğunda oldukça heyecanlandım. Ben Istanbul’dan gittim, o da Amsterdam’dan geldi. Geçmişi ve gelecek projeleri hakkında konuştuk. Daha sonra Helsinki’deki stüdyosuna gittik ve orada 2007 sonu, 2008 başında çıkaracağı albümdeki çalışmaları dinleme imkanı buldum. Siz de tüm detayları röportajda bulabilirsiniz. Notasız gününüz geçmesin.

SG - Müzikal kariyerinizi derinden inceleyeceğimiz için öncelikle diğer uğraşlarınızdan başlayalım. Oldukça çok yönlü bir sanatçısınız. Sırt çantanızda fotoğrafçılık, yönetmenlik, ressamlık ve desinatörlük (Tenorwear) gibi meziyetlerle geziyorsunuz. Bunlar hakkında biraz bilgi verir misiniz? Ayrıca devam ettirdiğiniz de var mı?

JT - Gençken bende de hep sözü edilen Warhol sendromuna yakalanmıştım. Hepsini yapabileceğimi düşünüyordum. Ama bir süre sonra hiçbir yere varamadım. Şimdi sadece müziğe konsantre oluyorum. Fakat albüm kapaklarım için fotoğraf çekiyorum. Bazen eşimin (Nicole Willis) çalışmaları için de çekiyorum. Nicole Willis & The Soul Investigators adlı bir grupları var. Türkiye'ye de gelmiş olmaları lazım. En azından Nicole Willis olarak gelmişti sanırım.

Yönetmenlik konusunda gelince onu Amerika'da okurken yaptım. Aslında plak şirketim hakkında bir belgeseldi. Bence o iş gerçek sanatçılar için değil. Belgesel konusunda müziğini yapmak bile bana göre değil. Sonuçta bu bir komisyon işi ve bundan hiç hoşlanmadım. Konu artık müzikten "iş"e dönüyor ve bu da ruhunu bozuyor. Şimdilerde müzisyenler kendilerinin işadamı gibi sayılmasını istiyorlar. Finlandiya'da da var bu. Parasal konularla ilgilenmek çok zaman alıyor. Ayrıca çok fazla evrak işi. Bunu asla istemem. Hatta isteyeceğim son şey bu. Sonuçta aklımı müzikten uzaklaştırır bu. Amerika'da bu tür şeyleri çok iyi dengeliyorlar. Menejeriniz sizin tüm işlerinizi hallediyor. Elbette oldukça pahalıya da maloluyor. Tek olan sanatçıların durumu iyi. Ama gruplar için zor. Elektronik müzikte de sanatçılar genelde tek ve o yüzden şanslılar. En rahatı da DJ'ler. Daha önceden kaydedilmiş müziği çalıyorlar. Çok güzel parçalar çalıyorlar ve insanlar dans ediyor çünkü biri o parçaları stüdyosunda insanlar dans etsin diye yapmış zaten. Zaten kötü bir çalışmaysa onu kimse almıyorki.

SG – Müzik kariyerinizin başlarına döndüğümüzde “The Shamas” ile ortak çalışmalarınız var. Bu çalışmaların kariyerinizin ilerleyen bölümlerindeki etkisi nedir?

JT - 1980'lerde kendi yaptığımız müzik aletleriyle çalışmalar yapıyorduk. Sonradan ben bazı şeyler de ekliyordum. Kendi yaptığımız aletlerle farklı olmak istedik. Bize özgü bir şey olacaktı. Bunu hala yapıyorum aslında. Oymacılık derslerine gidiyorum ve kendime fülüt yapıyorum. Başkaları sandalye falan yapıyor, ben de fülüt. Sonuçta müziği kendiniz için yapıyorsunuz ve bundan zevk alabiliyorsanız daha güzeli olamaz. Ayrıca işin yorgunluk tarafı da var. Yorgunluğa tahammül edecek kadar zevk almalısınız. Bu noktada DJ'ler inanılmaz yoruluyorlardır. Çok geç çalmaya başlıyorlar ve her gün oradan oraya uçuyorlar. İş artık bir süre sonra zevkten çıkıp tamamen yoruculuğa giriyordur. Bizim performanslarımız genelde erken başlıyor ve bu çok rahat.

SG – Kariyerinizi incelediğinizde sizin açınızdan dönüm noktası var mı? Eğer varsa bu sizi ne yönde etkiledi.

JT - Amerika'ya gitmem benim için çok önemliydi. Finlandiya'da sanatsal müzik ciddi anlamda çok güçlü. Burada tamamen bireysel oluyor her şey. Tıpkı İzlanda'daki gibi. Çok az insan var ve yapılar da benziyor. Bu kadar bireysellik tehlikeliydi. Amerika'ya gidince gözlerim açıldı. Bir anda birçok kültürden insanla ve apayrı müzik aletleriyle tanıştım. Çok eğlenceli oldu. Farklı kullanımlar gördüm. Çok şey öğrendim. Müziğimi çok etkiledi ve bundan inanılmaz derecede memnunum.

SG – Soyadınızdan da anlaşılabileceği gibi Tenor saksafon en sevdiğiniz enstrümanınız. Ayrılamadığınız başka enstrümanlar veya teknik ekipman var mı?

JT - Aslında soyadımı değiştirmenin zamanı geldi galiba çünkü artık fülüt benim en sevdiğim enstrüman. Konser vereceğim zaman hep yanımda götürüyorum. Şimdilerde fülütü de daha iyi çalıyorum. Diğer en sevdiğim teknik ekipman da kurşun kalem.

SG - Bildiğimiz kalem mi?

JT - Evet evet. Eskiden orkestra için ya da grup için şarkı yazarken bilgisayarımı kullanıyordum. Hiç sorun yoktu. Ama birkaç yıl önce bilgisayarım çalındı ve programlarım da gitti. Ondan sonra öze döndüm çünkü bitirmem gereken işler vardı. O zamandan beri de hala kalem kullanıyorum. Ne bilgisayarı açmama gerek var ne de programa. Elime kalemi alıyorum, tek gereken boş bir kağıt. Şimdi bayağı hızlandım. Programları öğrenmeye zaman harcamıyorum. Qbase çıktığında ilk kullananlardandım ve her yenilemede bile alışmak zaman alabiliyor. Bilgisayar kullanabildiğim ve programlara aşina olduğum için mutluyum. 1980'lerdeki müzik aletlerini tanıdığım için de çok memnunum. Yoksa müziğim 70'lerdeki jazz rock ve fusion rock'ların tamamen bir kopyası olurdu. Bu yenilikler fikirler doğuruyor ve sonuçta benim müziğimi de modern yapıyor.

SG - Bir orkestrayla kayıt yapan sanatçılardan birisiniz. Özellikle elektronik müzik söz konusu olduğunda ilklerdensiniz. Zaten sizden sonra bu akım Warp’ta bir hayli etkili oldu. Böyle bir çalışmanın sebebi neydi ve sonucu ne oldu?

JT - Aslında benden önce Aphex Twin Philip Glass ile ortak bir çalışma yaptı ama o temelinde farklı bir projeydi. Orkestrayla çalmak benim her zaman hayalim olan bir şeydi. İmkanım olmadığı için o ana kadar gerçekleştirememiştim. Ama yeterli parayı ayırabildiğim zaman bu işi kafama koydum. Sonra Japonya’da bir Polonyalı prodüktörle tanıştım. Onunla kafamdaki proje konusunda anlaşamadık ama Polonya senfoni orkestrasının şefi arkadaşıydı ve tanışmamızı sağladı. Proje de yavaş yavaş gelişti. Ama ufak bir sorun vardı. Biz günde 8 saat stüdyoda çalışmaya alışkınız ama orkestra günde 2-3 saat çalmaya alışkın. Ama bir şekilde sabrettiler ve albümü yaptık. Beklediğimden de iyi oldu. Her ne kadar Warp satışlardan çok memnun olmadıysa da gelen olumlu tepkiler beni yeterince mutlu etti.

SG - Albümlerinizi Warp, Sahkö, Kitty-Yo, Rough Trade ve en önemlisi Deutsche Grammophone gibi birçok saygın plak şirketinden yayınladınız. Bu arada da birçok farklı şehirde yaşadınız. Çalıştığınız plak şirketlerini ve yaşadığınız şehirleri değiştirmenizdeki sebep neydi? Tüm bunlar müziğinize nasıl yansıdı?

JT - Yaşadığım şehirlerin değişimi tamamen anlık bir olay. Lahti’de başladım, New York, Barcelona, Amsterdam, Helsinki’de yaşadıktan sonra en sonunda Lahti’ye geri döndüm. New York’a okumak için gittim, Barcelona’ya ise güneşi için. Amsterdam ve Helsinki’ye ise müzikal çalışmalarımı daha rahat sürdürebilmek için. Hepsinin müziğime büyük ölçüde etkisi oldu. Daha önce dediğim gibi özellikle New York bu konuda başı çekiyor.

Plak şirketlerine gelince değişim bendeki değişimle orantılıydı. Sahkö’de ilk başladığımda çok bireyseldim. Tamamen kendimi tatmin için müzik yapıyordum ve insanlara bir şey iletme güdüm yoktu. Daha sonra New York’a gittiğimde kollektif bilinci öğrendim ve farklı müzik aletlerini tanıdım. Öğleden sonra Empire State’te turist resimleri çekerken gece ve sabah müzik yapıyordum. O zamanlar çalışmalarımı hafızaya alma imkanım yoktu. O yüzden başladığım parçayı bitirmem gerekiyordu. Bu çok iyi bir motivasyon aracı oldu benim için. Bitirmek gerektiği için çalışmalar çok karmaşık olmuyordu. Daha basit ve düzenli çalışmalardı hep.

SG - Son albümün Deutsche Grammophone’dan yayınlandı. 1890’da kurulan bu plak şirketi şu anda faal olan en eski plak şirketlerinden biri ve 20. yüzyılda klasik müziğin gelişiminde çok büyük rol oynadı. Buradan çıkardığınız albümde Steve Reich, Erik Satie, Edgard Varese, Pierre Bulez, Esa-Pekka Salonen, Nikolai Rimsky-Korsakov ve Georgi Sviridov’un çeşitli çalışmalarını yeniden düzenlediniz. Bu eski çalışmalarınıza oranla ciddi bir değişim. Bunu bize biraz açıklar mısınız?

JT - Böyle bir seriye başlamayı düşünüyorlardı. Arşivimde bulunan çalışmaları yeniden düzenlememi ancak orjinaline bir şekilde bağlı kalmamı istediler. Parçaların yaklaşık yarısı kadar bir bölümünü orjinal haliyle bırakmam gerekiyordu. Açıkçası biraz daha modernize etme çalışması diyebiliriz. Bence çok güzel bir deneyimdi. İlk albüm çalışmasını bitirmek yaklaşık bir yılımı aldı. Plak şirketine gönderdim ve çok beğendiler. Birkaç hafta sonra lisans haklarını alamadıklarını söylediler. Bazı prodüktörlerin kendi çalışmaları hakkında farklı düşünceleri var ve buna saygı duymak gerekiyor. Ayrıca “deha”lık egosu da ortaya çıkıyor. Tek nota değiştirmeniz bile 10.000 Avroya mal olabiliyor. Sonuçta Arvo Part, Stravinsky gibi sanatçıların düzenlediğim çalışmaları tamamen boşa gitti. Belki bir gün yayınlanır diye beklemekten başka çarem yok. Ya da albümü bir barda unuturum ve bir şekilde yayılır. Bu da işin haince tarafı.

Daha sonra tekrar çalışmalara başladım. Bu sefer çalışmaları seçtiğim an hemen hakları için başvurduk ve bu sefer de hepsini aldık. Çalışmalar bu sefer 6 ay kadar sürdü. Sonuçta da ilki kadar güzel bir çalışma oldu.

SG - Eskilerden bu kadar bahsettikten sonra biraz da yeni projelerinize değinelim. Nisan ayında bir albümünüz çıkacak. Biraz bilgi verir misiniz?

JT - Nisan ayında Kabu Kabu adlı bir grupla ortak projemden albüm çıkarıyorum. Grup üyeleri Berlin’de yaşıyor ama Gana, Nijerya ve Polonya’dan üyeleri var. Albüm yine Sahkö’den çıkacak. Nisan ayının 10’unda piyasaya sürülecek. Albümün adı da “Joy Stone”. Afrika cazı yapıyoruz diyebilirim. Hatta ikinci albümün çalışmaları da devam ediyor. Hatta sen bazı parçaları dinleme şansı da buldun. Son dönemde çok fazla üretme imkanım oldu. Bu da beni çok mutlu ediyor.

Albüm adı ararken de internete girdim. Kalevala ile ilgili bir şeylere bakıyordum. Kalevala’da insanların gidip ağladıkları bir kaya var. Bu kayanın adıyla alakalı iki tercüme vardı. Bunları karşılaştırdım. Birincisi “Duygu kayası” anlamına geliyordu. Diğeri de “Müzik kayası” olarak tercüme edilmişti. Bu da bana ilginç geldi ve isim olarak seçtim.

İlgili Bağlantılar:

Jimi Tenor resmi sitesi
Jimi Tenor @ MySpace
"Deutsche Grammophon ReComposed by Jimi Tenor" İncelemesi
"Jimi Tenor & Kabu Kabu - Joystone" İncelemesi

24.8.07

Dopplereffekt - Calabi Yau Space (Rephlex, 2007)

Dopplereffekt, Gerald Donald, Kim Karli, Rudolf Ellis Klorzeiger ve William Scott'tan oluşan Almanya kökenli bir grup. Yaptıkları müzik ise genelinde Detroit Teknosu özünde özgün bir elektro olarak nitelendiriliyor. Hiçbir röportaj vermemeleri veya açıklama yapmamaları da onları oldukça gizemli bir hale sokuyor. Bugüne kadar birçok önemli çalışmaya imza atan grup 4 yıllık aradan sonra Haziran ayında yeni albümlerini çıkardı.

Albümde eski detroit tekno ve old skool elektro havasından ziyade daha uzaysal bir yapının üzerinde deneysel elektro çalışmalar yer alıyor. Zaman zaman abstrakta da uzanıyor. Örneğin "Hyperelliptic Surfaces" adlı parçada Pete Namlook'un ambient yaklaşımının biraz daha elektro vari bir versiyonu var.

Bunun haricinde aksak vuruşlar yine yerini koruyor. Biraz daha mekanik ama yumuşak bir hal almış Dopplereffekt. Hani bir şekilde yaptıkları hakkında konuşsalar biz de biraz bilgi edinirdik ama ne yazık ki yok.

Albüm 2000 sonrası örneğini pek görmediğimiz bir elektro denemesi. Bu açıdan gayet memnunum hala birilerinin daha popüler türlere kaymamasından ve bu türü desteklemesinden. Ama albümü çok beğendiğimi söyleyemem. Sanırım bu bir sonraki adım için geçişi oluşturuyordu çünkü eski Dopplereffekt çalışmalarına baktığımda kalite açısından da fark var. Tabii haklarını yememek lazım, parça yapıları çok olgun. Sadece parçalar bana çok çekici gelmedi. Yine de ümit kesilmez. Eski kredileri bende ziyadesiyle fazla.

MP3: Dopplereffekt - Mirror Symmetry
MP3: Dopplereffekt - Hypersurface

Dopplereffekt - Calabi Yau Space @ Juno Records

23.8.07

Minimalizm

Yeni kurulan genç ve enerjik amatör bir dergi var, Kese Kağıdı. Bu derginin kurucusu Zeynep Koçak ile aynı liseden mezun olmamız paydasından tanıştım ve dergiyi bana gösterdiğinde aynı şeyi düşünüyorduk. Ben Trendsetter'dan ayrıldıktan sonra rahatça yazabileceğim, konuları belirli bir temaya da bağlı olsa kendim seçebileceğim bir dergiye yazmak istiyordum. Zeynep de bu konuda tamamen özgür olmam konusunda benimle hem fikir olduğunu belirttikten sonra tüm gücümle bu yeni oluşuma destek vermeye başladım. Derginin 2. sayısında çıkan benim merhaba yazım aşağıda. 2. yazım ise Ağustos sayısında var ve o da "Yaratıcılık" konsepti içerisinde bana göre müzik dünyasının en verimli 10 yılı olan 1990-2000 arasını inceliyor. 3. yazımı ise bu hafta başında 1 gün gecikmeyle verdim ve o da... Neyse Eylül sayısında görürsünüz. Dergiyi Taksim'deki kitapçıların çoğunda bulabilirsiniz.

Neyse lafı uzatmadan, buyrun merhaba yazım...

Minimalizm akımı teorik olarak başladığı 19. yüzyıl sonlarından itibaren günümüze gelene kadar son dönemin en kalıcı ve hakim akımı olmayı başardı. Ne Popart ne de herhangi bir başka akım bu derece yoğun olarak sanatta yerini alamadı uzun süreyle.

Minimalizmin bu denli güçlenmesindeki temel sebep teknolojik gelişmelerin ortaya çıkardığı farklılık ve sadelik arayışı olarak da nitelendirilebilir. Bu arayış o denli yoğunduki kendini akıl almayacak derecede çok alanda gösterdi. Ancak bizim konumuz müzik ve olayın bu yönüne ağırlık vermek daha doğru olacak.

Aslında müzikal açıdan minimalizmi incelerken atlanmaması gereken ilk detay 20. yüzyılda teknolojik gelişmelerin yanında doğu mistisizmine olan eğilim. Bu eğilim kimi yerde kendini Feng Shui ve Mevlevilik (Özellikle Amerika’da) gibi akımlarla gösterdiysede müzikal açıdan bunların bir bütünü olarak minimalizme döndü. Ancak 19. yüzyılın ortalarında Robert Schumann’ın minimalizm üzerine teorik çalışmalar yaptığını da atlamamak gerekir.

Minimalizm ilk olarak birçok akımda olduğu gibi kendini resim ve müzikte gösterdi. Müzikteki başlangıç noktası ise haliyle klasik müzik bağlantılıydı. Bu akımın öncüleri arasında 20. yüzyılın en önemli 4 bestecisi karşımıza çıkıyor, John Adams, Philip Glass, Steve Reich ve Terry Riley. Elbette La Monte Young gibi daha az ön planda olan besteciler de var ancak mahşerin bu dört atlısı minimalizm akımını çok geniş kitlelere yaymakta çok büyük bir etkiye sahipler. Bu arada La Monte Young’ın daha az tanınması, onun klasik müzikte minimalizm akımını ortaya çıkaran insan olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Her ne kadar tam anlamıyla minimalist denilmese de John Cage’in bu akımdaki yerini de yadsımamak lazım. Örneğin Philip Glass ve Steve Reich Cage’e ciddi anlamda saygı duyuyor ve kendisinden edindikleri bilgi ve bakış açısının gelişimlerinde büyük bir payı olduğunu belirtiyorlar.

Klasik müzikte minimalizm ilk olarak 1950’lerin sonunda ortaya çıkıyor. Her ne kadar daha önce bu türü andıran çalışmalar olduysa da bu akımın ilk örneği olarak La Monte’nin “String Trio”’su gösteriliyor. 12 ton tekniğiyle aranje edilen kompozisyonda bir nota döngüsü çalışmanın başından sonuna kadar altyapıda yerini alıyor. Bu çalışmayı 1960’ta Terry Riley, 65’te Steve Reich ve 68’de sınıf arkadaşı Philip Glass’in çalışmaları izliyor.

1970’lere geldiğimizde ise minimalizm akımı klasik müzikte hakimiyeti eline almıştı. Philip Glass’in budizme dönmesi ve en verimli çağında olmasının da etkisiyle 3 CD’lik “Einstein On The Beach” bestelemesi, Steve Reich’ın da “Music For 18 Musicians”’ı bugüne kadar gelen en önemli minimalist kompozisyonlar olarak arşivlerdeki yerini aldı. Minimalizm bu dönemden sonra kendini ilk olarak yeni doğan elektronik müzikte de göstermeye başladı. Kraftwerk’in ilk çalışmaları her ne kadar elektro türü olarak nitelendirilse de minimalizm akımından etkilendiği ve hatta daha da ileri gitmek gerekirse bu akımın etkisi altında ortaya çıktığını söylemek mümkün.

Kraftwerk’in açtığı yolu takip eden ancak kendilerine farklı bir bakış açısı seçen prodüktörler arasında en önemlisi Klaus Schulze. Çok sonradan ambient olarak adlandırılan türde elektronik müziği klasik müzikle birleştirdi ve senfoni benzeri minimalist elektronik çalışmalar sergiledi. 1970’ler boyunca “Moondawn”, “Mirage” ve “X” gibi çalışmalarıyla bu akıma öncülük etti.

1980’lere gelindiğinde ise minimalizmin doruğa ulaştığını düşünen bazı besteciler “Postminimalizm” ve “Totalizm” gibi daha dar akımlara yöneldiler ve minimalizmin genel almanda perspektifini genişlettiler ancak bu akımların bir uzantı olması ve büyük destek görmemesi sebebiyle fazla uzun sürmediler.

1980’lerdeki bir diğer önemli gelişme ise Klaus Schulze’a paralel olarak Brian Eno ve Mike Oldfield’ın çalışmalarında bu akımı temel almaları oldu. Bu çok önemli iki prodüktör minimalizm etrafında kendilerine özgü yollar çizdiler ve minimalizmi yeni doğan elektronik müzik akımlarıyla birleştirdiler. Her ne kadar Brian Eno yine müziğin daha alternatif ve deneysel yönünde kaldıysa da Mike Oldfield temelleri Chicago ve Detroit’te atılan House akımına minimalist bir bakış açısı kazandırdı ve dünya çapında üne kavuştu.

Minimalizmin etki alanını genişletmesi bununla da kalmadı. Philip Glass, Terry Riley ve Steve Reich’ın yeni kompozisyonlarıyla gittikçe geniş gitlelere ulaşırken Atlantik’in diğer tarafından cevapların gelmesi uzun sürmedi. Yoshi Wada bu akıma hayranlığı sebebiyle Amerika’ya taşındı ve çalışmalarını burada sergiledi. Ancak Japonya’da hem onun çalışmalarından, hem de Amerika’da Detroit’te doğan tekno akımından esinlenen bir isim minimalizme yepyeni boyutlar kazandırdı ki bu isim Susumu Yokota oldu.

Susumu Yokota 1980’lerin sonundan itibaren minimalizmi bu yeni doğan tekno kültürüyle birleştirdi. Her ne kadar gerek Detroit’ten gerekse de minimalizmin merkezi olan Amerika’dan uzak olsa da yaptığı çalışmalarda Amerika’daki birçok minimalist tekno bestecisine öncülük etti. Bu etkileşimden yola çıkan Ryuichi Sakamoto, Ryoji İkeda gibi Japonların yanında Richie Hawtin (Plastikman) minimalist teknodaki yeri sebebiyle oldukça önemli ve bugüne kadar bu türün yayılmasında en büyük promosyon potansiyeline sahip olan kişi. 1990’lar boyunca minimalist tekno akımını tüm dünyaya yaydı ve birçok insanı peşinden sürükledi. Sutekh, John Avquaviva ve Jeff Mills gibi isimler kendilerine ayrı yollar açarak bu akıma destek verdiler. Daha sonra Almanya’da Tresor plak şirketinin kurulması ve daha sonra kulübünün da açılarak bu akımlara destek vermesiyle Almanya uzun bir süre sonra minimalist teknoya dönüş yaşadı. Bu dönüşüm inanılmaz bir etki yarattı ve tüm Avrupa’yı kısa sürede sardı (İngiltere hariç).

Avrupa’da ise bu dönüşümün yansımaları farklı oldu. Bir grup sanatçı bunu daha çok popüler kültüre yönelik bir yola döndürürken Christian Fennesz gibi bazı sanatçılar da akustik rock’la birleştirerek kendilerine özgü nota denizleri yarattılar. Ancak bu akımda minimalizmden farklı olarak deneysellik çok daha ön plandaydı. Daha sonra Ryuichi Sakamoto ve Alva Noto Fransa’ya taşınınca bu akıma destek olmaya başladılar ve bu üçlü aralarında birçok ortak çalışmaya imza attılar.

2000’li yıllara geldiğimizde ise minimalizm kendini yeniden house akımıyla fakat bu sefer farklı şekillerde birleştirdi. Ricardo Villalobos, Akufen, Vladislav Delay, Michael Mayer, Dimbiman ve Isolee minimalist house akımının yeni öncüleri oldular. Ancak Almanya’da yeşeren bu akım günümüzde kendini minimalist tech house (Tekno ve house ağaçlarının aşılanmış bir türevi) olarak ortaya koymaya başladı. Bu akımla birlikte minimalizmin ne yazık ki temellerine artık fazla bağlı kalınmaması ve popülerizme kayması geniş çevrelerde tepki doğurdu. Bu tepkinin en yoğun olduğu yer yine minimalizmin anavatanı Amerika’ydı. Amerika elektronik müzikte özgün deneysel minimalizme geri döndü ve bu konuda tekrar öncülük bayrağını eline aldı.

Günümüzde minimalizm birçok koluyla önümüze çıkıyor. Gerek elektronik müzikte, gerek rock müzikte, gerekse klasik müzikte hala ağırlığını devam ettiriyor. Philip Glass, Steve Reich ve Terry Riley ise hala kompozisyonlar besteleyip bu akımın özünün ne olduğunu insanlara anlatmaya devam ediyorlar. Onları takip eden Max Richter ve Johann Johannsson gibi yeni nesil besteciler ise bu akımın popülerliğe kaymasını ve benliğini koruması açısından farklı ama etkili yöntemler belirliyorlar. Bu da minimalizmin geleceğinin bozulmadan korunabileceği umudunu doğuruyor.

Minimalizm açısından tarihi önemi olan ve takip edilmesi gereken plak şirketleri arasında Deutsche Grammophon, Shandar, Mule Musiq, Raster/Noton, Nonesuch, Mille Plateaux, M_nus ve Line var.

21.8.07

Xavier Rudd - White Moth (Anti, 2007)

Kimdir nedir bilmezdim. Ama biraz öğrendim. Avustralyali müzisyen Xavier Rudd'la yaşdaşız, o da 1978 doğumlu. Benden farklı olarak birçok enstrümanı çalabiliyor ve üstüne sörf yapıyor. Ama ben de yazıyorum sonuçta.

Tarz olarak reggae, folk ve pop karışımı. Roots hayranlığını zaten açıkça belirtiyor. Ancak folk-popa hafif dönük bir yanı var. Oldukça da ilginç. Ama onun en güçlü yanı albümlerinden ziyade performanslarıymış. Haliyle izleme imkanım olmadığı için bilebilecek birine sordum ve şans eseri dinlemiş ve çok beğenmiş. Kaynak: Tom Can Soleymanbik @ Melbourne. Geçen sene Rock Werchter'de de performans sergilemiş ama sanırım 1 yılla kaçırdım.

Albümdeki gitar kullanımı biraz blues ve folk karışımı geliyor bazen. Özellikle "Better People" ve "Stargaze"'de. Hatta "Better People" Norah Jones'un albümünde yer alsa hiç yadırgamam. Yoksa Norah Jones Avustralya folk müziği mi yapıyor diye düşündüm bir an. Xavier Amerikan tarzını yapıyor, bu daha mantıklı geldi. Sonuçta aborjin müziğine pek benzetemetim. Ama bir gıdım da olsa "Stargaze"'de var. "Footprint" ve "Message Stick"'te ise daha yoğun olarak aborjinlere benzettiğim noktalar çıktı. Benzetmek ne kelime. Güzel güzel aborjin melodileri var.

Heyecan yok, stres yok, hayat güzel. Sözler üzerinde sanırım biraz daha çalışabilirmiş ama bu şekilde de çok sırıtmıyor. Sadece "Come Let Go"'da biraz kulağıma battı sıradanlık aslında. Come brother, come sister bir süre sonra yakışmadı albüme. Rafet El Roman misali "Seni Seviyorum" hissi doğurdu bende. Yeni bir örnek de Hande Yener'in "Romeo"'su herhalde. Aaa Kaiser Chiefs'in "Ruby Ruby Ruby"'sini nasıl da atladım. Neyse çok ezdim Xavier'i. Abartmayayım.

Sonuçta albümü zevkle dinledim mi, dinledim. Tavsiye de ederim sakin bir eğlence için. Öyle çok iddialı değil ama iddialı olduğu söylenen birçok albümden daha güzel. Belki de böylesi daha iyi.

MP3: Xavier Rudd - Twist
MP3: Xavier Rudd - Stargaze

Xavier Rudd resmi sitesi
Xavier Rudd @ MySpace

Xavier Rudd - Better People performansı

19.8.07

The Clientele - God Save The Clientele (Merge, 2007)

The Clientele 3. albümüyle karşımızda. Ruhu okşayan bir akustik rock grubu ve işlerini gerçekten çok iyi yapıyorlar. İlk iki albümlerinde yakaladıkları başarıyı artırarak devam edecekleri de ortada bu albümle.

Şimdiden uyarıyorum, ıslık çalamayanlar bu albüme kıl olacaklar çünkü parçaların en az yarısına ıslıkla eşlik etme güdüsüyle doldum. Haliyle ettim de. Çok da zevkli oldu. Çünkü melodiler basit ve etkileyici. Çok cezbedici. Tüm bu melodilerin üzerine bir de Alasdair MacLean'in sesini koyun. Değme keyfe.

Açıkçası ilk iki albümlerini düşündüğümde bazen parçaların neredeyse aynı tornadan çıktığı hissine kapılıyordum. Notalar bile benzer geliyordu her ne kadar şarkılar çok güzel olsa da. Ufak nüanslar vardı sadece. Ama bu albüme geldiğimizde farklılıklar artık daha keskin çizgilerde. Parça yapıları gayet oturaklı. Eleştirilere çok açık bir cevap. Bizi asla küçümsemeyin diyorlar sessiz ve duygusal bir şekilde.

Albümde yaylıların çok açık bir yoğunluğu var. Piyano ise duygusallığın sözlerle doruğa ulaştığı noktalarda artık suyun taşması için kullanmış sanki. Kasıtlı faul yapıyorlar. Duygularımla bu kadar oynamaya ne hakları var?

Alastair'in vokali demişken albümdeki sözlere de bir parantez açmak gerekiyor. Elbette sadece duygusal müzikle ve güzel melodilerle etkileyicilik sınırlanmıyor. Alastair söz yazma konusunda çok yetenekli. Can alıcı sözleriyle parçaya daha da çekiyor insanı. İtiraf ediyorum, "Here Comes The Phantom"'un sözlerini ben yazmak isterdim. Çok kıskandım. Benim kalbim de keman gibi çalmak istiyor.

Albümü mutlaka dinleyin. Beğenmeyene parası iade türünden bir albüm.

MP3: The Clientele - Here Comes The Phantom
MP3: The Clientele - From Brighton Beach To Santa Monica

The Clientele resmi sitesi
The Clientele @ MySpace

18.8.07

Wax Poetic - Istanbul (Nublu, 2007)

İlhan Erşahin yönetiminde gitarda Thor Madsen, bas gitarda Jesse Murphy, davulda Jochen Rueckert ve vokalde Marla Turner'dan oluşan Wax Poetic'in eski vokalisti ise birçok kişinin artık bildiği üzere Norah Jones idi. Grup caz ve etnisizmi trip hop ile birleştiriyor.

Grup 2006 Kasım'ında çıkardığı "Copenhagen" adlı albümle bir üçlemeye başladı. Daha sonra 2007'nin Şubat'ında üçlemenin ikincisi "Istanbul" yayınlandı. "Brasil" ise Nisan ayında bunu takip etti ama henüz üçüncüyü dinleme imkanı bulamadım. Üçlemenin amacı dünyanın üç farklı kültür merkezini, geçmişini ve yaşamını müzikal açıdan incelemek.

Albümde İstanbul'daki karmaşayı bulmak mümkün. E zaten albümün adı da İstanbul, başka neyi anlatacaktı zaten. İstanbul'da sokakta gezerken duyduğumuz o karmaşık ses yumağının benzerini yaratmış Wax Poetic. Bu açıdan özellikle "Var Da" hoşuma gitti. Megaköy İstanbul'umuzu bence çok iyi resmetmişler.

İstanbul söz konusu olduğundan elbette doğu müziği etkisi hissediliyor. Bunun yanında bu caz ve trip hopla deneysel bir tencerede kaynatılmış. Bu bileşimde özellikle günümüzün dünya müziği olarak adlandırılan türünün klişe taraflarından da uzak durulmuş. Deneysellik özellikle bunda kilit rolü oynamış.

"Hoppala"'da dub da karşımıza çıktı. Nil Karaibrahimgil'in vokali ise ayrı bir yakışmış bu hale. Tabii ufak bir not da açalım, Nil bu sene Wax Poetic ile birlikte dünya turnesine çıkacak. Albümde yer alan farklı vokal kullanımı sebebiyle bence Nil çok iyi bir seçim bu konuda. Montreal caz festivali ayağı ise gerçekleşti turnenin. Bu arada Wax Poetic Nil'sin Babylon Alaçatı'da 10 Ağustos'ta bir konser verdi.

Neyse dönelim albüme. Albüm zevkle dinlenen bir havada. "Istanbul Lighthouse" örneğin boğazda gün batımını anlatır bir havada huzur dolu. Hafif bir dalga var ve rüzgarı da hissetmek mümkün. Ama batan güneşin o yumuşak sıcaklığı parçanın her anında var. Zeki Müren vokal kesiti ise güzel bir sürpriz. Albümde başka yerlerde de var.

Aslında üçleme olması sebebiyle diğer ikisiyle birlikte incelemek gerekiyor ama dayanamadım desem inanır mısınız? İstanbul albümünü canlı dinlemek gerçekten güzel olur. Alaçatı'dan sonra Wax Poetic'i bir de İstanbul'a bekliyoruz artık. Eminim bizi kırmayacaktır.

MP3: Wax Poetic - Hoppala
MP3: Wax Poetic - Istanbul Lighthouse

Hoppala'nın videosu
Keyif'in videosu

Wax Poetic resmi sitesi
Wax Poetic @ MySpace

16.8.07

The Nightwatchman - One Man Revolution (Sony, 2007)

Tom Morello her zaman yeteneğiyle olduğu kadar politik duruşuyla da öne çıkan bir sanatçı. Rage Against The Machine (RATM)'de Zach de la Rocha ile birlikte yazdığı sözlerde komünizmin yoğunluğu ve onun haricinde varolan sistemlere başkaldırılarıyla dikkat çekiyordu. Daha sonra Zach ile anlaşamayınca yoluna Soundgarden'ın yakışıklısı ve solo albümü "Carry On"'u burada incelediğim Chris Cornell çıktı ve Audioslave'i kurdular. Ancak bu grup beklenen başarıyı tam olarak yakalayamadı birkaç parça hariç.

Velhasıl Rolling Stone dergisinin gelmiş geçmiş en iyi 26. gitarist seçtiği Tom Morello Audioslave'in dağılmasından sonra arkadaşlarıyla olduğunda içine büründüğü The Nightwatchman projesini büyütme kararı aldı. O dönemde yazdığı parçalara yenilerini ekledi.

Albümden biraz geç haberim oldu ama dinledikten sonra arayı kapadım. Albümü özetlemek gerekirse müzikal açıdan Bob Dylan'ı andırıyor ve sözleriyle Bush'u yerden yere vurup ideolojik çağrılar yapıyor. Buram buram komünizm kokuyor.

Tom Morello elektro gitarını bırakmış ve unplugged olarak karşımızda. Melodiler çok alengirli değil, hatta basit. Bir bakımdan sohbet havasında geçiyor. Tom Morello'nun ozan tarafı var diyebilirim. Sözler de agresiflik var. Bu zaten RATM döneminden kalan bir özellik çok açık. Ama bu tarzını çok beğendim. Sözler ideolojik olarak uysun uymasın çok güzel kotarılmış. Takdiri hak ediyor bu konuda.

Tom Morello albüm turnesine çıkıyor ve turnede de unplugged olacağını açıkladı. Bu gitar üstadını bu şekilde dinlemek de güzel olacak. Umarım yolu bir gün Türkiye'ye de düşer.

MP3: The Nightwatchman - One Man Revolution
MP3: The Nightwatchman - The Road I Must Travel

The Nightwatchman resmi sitesi

13.8.07

Buckethead - In Search Of The... (2007) (3)

Evet. Benim için yorucu bir maratonun sonunda (Yaklaşık 9.5 saat tekrar dinlemeleri saymasam bile) Buckethead'in "In Search Of The..." isimli 13 disklik özel albümünün incelemesinin son bölümü aşağıda. Bir şey dememe gerek var mı bilmiyorum. Ama en az bir 2-3 sene daha böyle bir şey yapmazsa iyi olur. Bu ne ya. Diğer albümlere zaman kalmadı. Arada neler kaçırdık neler. Neyse onlara da zamanla değiniriz.

F - F-2 şimşek gibi bir bateriyle başlıyor ve şiddetli yağmuru Buckethead'in gitarı getiriyor. Doğrudan inleyen bir gitarla karşılaşıyoruz. Daha sonra bas gitarın aklın bir köşesine kazıdığı ritme uyuyor ve güzel bir ikili oluyorlar. Bunun haricinde F diskinde yoğun bir deneysellik var diyebilirim.

T - T diski ise doğrudan caz havasıyla başlıyor T-1 ile. Buckethead fazla öne çıkmaya çalışmıyor. Zaman zaman Eric Clapton nidalı usul sololara giriyor. Bu da parçanın rahat olmasını sağlamış Buckethead klasiklerine oranla. T-5 ise ilgimi çekti yoğun deneyselliğine rağmen. 1980'lerin bilim kurgu filmlerinde kullanılan seslere benzer kesitlerle ilginç ve düzensiz melodiler oluşturmuş. T-6 ise hafif bir funka giriyoruz. Güçlenen bateriyi tizleşen gitar solosu izliyor. Solo gerçekten ilgi çekici. Bateriyle tezat tonlardan devam ediyorlar sürekli. 2 dakika 15 saniyeden sonra başlayan solo çok çok güzel. T-7'de ise deneysel takılırken bir anda elektro gitarla flamenko tarzı bir solo yapıyor, sonra deneyselliğe dönüp yine flamenko derken devam ediyor böyle. Delidir deli.

H - Geldik 2. H diskine. H-2 derinden başlayan bir gitar melodisine tanıklık ediyor. Bateri ise benzer melankolide. Ortalık sütliman ama fırtınadan önceki sessizlik de olabilir. Derken Buckethead gitarla zıbıtıyor. Tam tabiri bu, hiç aramama gerek kalmadı. Sonra ilacını alınca yine sakinleşiyor. H-3'te kedi miyavlaması gibi bir melodiyle başlıyoruz. Mart değil seyran değil hayırdır inşallah diyorum içimden. Basit bir baterinin üzerinde gidip geliyor bu melodi. Ve sanırım albümleri karıştırıyorum çünkü H-4'te DJ Shadow var. Yok yok. Albüm doğru, buckethead bu tamam ama nereden çıktı şimdi böyle bir nu-Hip Hop. Dakika 3 olmadan deneyselliğine dönüyor kahramanımız. Yine bilim kurgu filmlerini andıran bir yapıda. Derken DJ Shadow'culuğa geri döndük. Sonrasında yoğun bir efekt. Garip. Gerisini anlatmayacağım bile. H-8'de kedi geri döndü. Bu sefer bas gitar da eşlik ediyor ona. Aslında tam kedi değil. Sempatiklik yapan çocuk konuşmasına benziyor. Sonra farklı bir efektle benzer melodilere devam ediyor.

E - Bu albüm 45 dakikalık usanmak yılmak bilmeyen bir solodan oluşuyor. Tek parça. Değişik. Ben de pek ısındım diyemem.

F - 02
T - 06
H - 03

11.8.07

Buckethead - In Search Of The... (2007) (2)

Buckethead'in "In Search Of The..." isimli 13 disklik özel albümünün incelemesinin ikinci bölümü. Bu bölümde R, C, H ve O disklerinden beğendiğim parçaları inceleyeceğim.

R - R-3 sakin ve güzel bir gitarla başlıyor. Bateri ise minik vuruşlarla destekliyor. Ortaya güzel bir tablo çıkıyor ve bu parça boyunca devam ediyor. R-5'te ise yine funk var gizliden gizliye. Buckethead'in soloları buna uygun gidiyor. Bir süre sonra solo bir üst tona çıkıyor ve baştaki bölüme oranla hızlanıyor ama hala temel funk hissiyatından kopmuyor.

C - C-1'deki Buckethead soloları 1970'ler rock dönemini hatırlatıyor. Uzun, destansı melodilerle bezenmiş ve zaman zaman çıkışlarla süslüyor bunu. Sonlara doğru hard rock'a dönüyor gitar. C-2'nin elektronik bir girişi var. Gitar girdikten sonra da devam ediyor bu alttan. Solo ise hızlı olacağının emarelerini daha en baştan veriyor. Bir yerde nota kaçıyor melodide ama bana mısın demeden devam ediyor paşamız. Sonra da şimşek hızıyla bir solo bölümü geliyor. Daha sonra melodisine geri dönüyor. Bu arada yeni bir elektronik melodi geliyor. Bu melodi hemen ardından yerini synth-pop bir melodiye bırakıyor. Napıyor bu adam anlamadım. Arkasından melodi I-F tarzı bir space elektroniğine geçerken yine devam ediyor solosuna ve synth-pop yine başlıyor. Buckethead'in albüm boyunca çeşitli elektronik yapı denemeleri var ve bu konuda da ilgisi olduğunu sanıyorum ama bu parçada cidden "kafasına göre" takılmış. C-3'te Tom Morello'nun Rage Against The Machine'de bas gitarıyla yaptıklarına benzer bir efekt kullanarak hip hop benzeri aksak yapıdaki vuruşların üstünü süslüyor.

H - H-1 Tool tarzı aksak vuruşlarla karşılıyor. Üstünde ise Buckethead'in dokunsan ağlayacak bir melodisi var. Çok ama çok güzel. Tüm diskler boyunca basit bir bateri yapısının üstünde gitarını konuşturuyor. Bu parçada da her şey sabit olduğunda gitarın her şeyi nasıl değiştirebileceğini gösteriyor. Resmen gövde gösterisi. Kapıldım gittim valla parçaya. Ve işte funk geri geldi H-4 ile. Keyboard kullanmak yerine gitarla benzer sesleri çıkarmayı yeğliyor hasta herif. Ne diyeceğim bilemedim şimdi. Güzel de yapmış açıkçası.

O - O-1 ile normal sololarına geri döndük. Güzel bir soloyla adeta döktürüyor. Rock tabanında biraz daha yumuşak kalan altyapının üzerinde bazen sakin bazen sert esiyor. Bir melodiye girdiğinde önce alt, sonra üst tondan çalıyor ve arkasından çıldırdığı solo bölümü geliyor. Bunu birkaç kere tekrarlıyor 9 dakika içerisinde. O-4'te ise yine gitarından farklı sesler çıkarmaya adamış kendini. Keyboard'un filtrelenmiş haline benzeyen melodiler çıkarıyor. Özellikle 50. saniyeden sonra bir 15 saniyelik bölüm var ki bitirdi beni. Bu şekilde de sempatik bir melodi çıkarmış orada. Neredeyse 17 dakika farklı melodiler yaratarak bunların içinde geziniyor Buckethead. Bu seriyi kendi çıkarması çok normal. Bildiğimiz plak şirketlerinin çoğu böyle bir şeye cesaret etmezdi.

Seçme parçalar:

R - 03
C - 02
H - 01
O - 01

10.8.07

Buckethead - In Search Of The... (2007) (1)

Buckethead hayranlığımı gizlememe gerek yok. Çok yetenekli bir gitarist olmasının yanı sıra asosyalin önde gideni. Ama yaptıkları da tüm saygımı hakedecek kadar başarılı. Bu sene çok beğendiğim Pepper's Ghost albümünü de bu sayfalarda incelemiştim. Geçmişi hakkında da detaya gerek yok zira inceleyeceğim özel albümü yeterinde yer tutacak.

Neresinden gireceğim neresinden çıkacağım bu albümün bilmiyorum. Albüm demek aslında doğru değil. "In Search Of The..." Buckethead'in albümün ismindeki her harfe bir disk adadığı özel bir seri. 13 diskten oluşuyor ve tabiri caizse "oha" dedirtiyor. 9,5 saatlik bir Buckethead solo dinletisi. Kapakların hepsini eliyle çizmiş Buckethead efendimiz. Disk'leri de kendi kaydetmiş, kendi prodüksiyonunu yapıp kendi basmış. Ondan başka kimsenin eli değmemiş. Albümdeki parçaların isimleri yok, basitçe sıralanmış ancak Buckethead hayranları kendilerinde toplanıp hepsine gayriresmi isimler vermişler. Yine de ben Buckethead'in isimlendirmesine sadık kalacağım. Sonuçta o bu kadar özendiyse bana da incelerken özenmek düşer. Bu yüzden her albümde beğendiğim çalışmaları detaylı inceleyeceğim.

I - 8 parçadan oluşuyor. 2. parça rock ve blues karşımı 15 dakikalık bir şölen. Gitarını dinlerken mest olmamak elde değil. Abstrakt tekno ve gitar birleşimi Bir patlama oluyor 6. girdiğinde. 15 dakikalık yeni bir şölen başlıyor doğrudan Buckethead'in gitarıyla. Üst üste iki gitar var ve ayrı olarak canlı kaydetmiş ikisini de. Solo attığı gitarın hızına diyecek hiçbir kelime yok.

N - Yine 8 parçadan oluşuyor ve N-1 tamamen elektronik bir yapıyla başlıyor. Gitar girdiğinde ise altyapının hiçbir anlamı kalmıyor. Gitar çığlıklar atıyor adeta. 2. parçaya gelince caz benzeri bir altyapının üzerine başlıyor gitar. Arkasından zaten gitardan başka hiçbir şeyi göz görmüyor. Zaman zaman bas gitar eşlik ediyor öne çıkarak. N-5 sakince yerini alıyor destansı bir gitar melodisiyle. Her şey sakin. Sadece gitar konuşuyor. Çok güzel. N-7'de gitar blues temalı olarak geri dönüyor aramıza. Ses kesitleriyle bezenmiş. Biraz Noize edalı yapıda.

S - S-1 funk misali bir gitarla başlıyor. Basit vuruşlarla devam ederken gitar tüm güzelliğiyle üzerinde devam ediyor. Hani biraz daha katman eklense çok güzel bir funk parça olabilir. Sonlara distortion'la biraz daha rock'a dönüyor. S-3 "Pepper's Ghost" albümüde gördüğümüz benzeri blues ve rock karışımı bir havada. Aksak vuruşlarıyla "A Perfect Circle" albümlerine uygun. S-6'da karşımıza doğrudan doğaçlama bir rock çıkıyor. Vuruşlar daha agresif ve bu gitarı da etkiliyor. Tutabilene aşkolsun.

E - E-1 güzel bir melodiyle başlıyor. S'deki blues havası devam ediyor. Alttaki gitar bu esintiyi sağlıyor sakin vuruşlarla. Üstteki gitar ise sololara devam ediyor parça boyunca. Aynı yapı E-3'te de var. Ama bu sefer 3 yerine 9 dakika. Daha iyi tabii. Parçanın 3. dakikasından sonra marjinal ama inanılmaz bir solo başlıyor. Bu adama hayran olmamak elde değil. E-6 ise tanrısal bir gitarla karşılıyor. Tüylerim diken diken oldu.

A - Geldik A diskine. Biraz daha sakin bir rock versiyonu var karşımızda A-1'de. Hani böyle biraz Ben Harper misali diyeyim. Öyle güzel güzel gidiyor. Buckethead temel melodinin dışına çıkmıyor pek ve o da aynen uyum sağlıyor sololarıyla melodinin duygusallağına. A-4 güzel bir bas gitar melodisi açıyor kapıları. Buckethead bu parçada sadece bas gitarla idare etmiş, elektroya girmemiş. Yakında bu adam kemençe çalmaya başlarsa şaşırmayacağım. A-8 kısa da olsa yine başarılı bir solo yapısıyla güzel bir altyapıyı birleştiriyor. Romantik bir solo gerçekten.

Seçme parçalar: (Rapidshare'e her albümden birer parça yükledim)

I - 02
N - 05
S - 01
E - 01
A - 01

9.8.07

Proodos Özel ... (4) - Pheek Röportajı

Pheek ile e-mail yoluyla bir röportaj yaptım. Anlaşmamız üzerine 10 soruya kısa cevap yerine 5 soruya uzun cevap verdi. Cevaplar beklediğimden de uzun çıktı. Amerika kıtasının sürekli daha da ünlenen bu özgün prodüktörünün röportajını umarım beğenirsiniz. Herkese şimdiden iyi okumalar.

SG - Senin müziği kültüren anlamda paylaşmayı hedefleyen geniş bir artistik bakış açın var. Bunu Archipel adlı plak şirketinde de vurguluyorsun. Bu fikir nereden çıktı ve şu an hangi noktada?

Pheek - Bu konu artık iyice dikkat çekmeye başladı. Aslında herkesin yeni bir plak şirketi başlatırkenki hikayesine benziyor. Sınırlar olmadan kendi müziğini yayınlayabilmek. Tutup tutmayacağı ayrı bir nokta ama bu çok farklı bir duygu. Özellikle de zamanla büyüyüp gelişirse sizi başka yerlere taşıyor.

Epsilonlab'de çalışırken görevim yeni sanatçıları keşfetmek ve onları yetiştirmekti. Bu çalışmaları plak şirketine uygun bir hale getirmeleri için yönlendiriyordum. Eloi Brunelle'in kafasındakinden farklı bir sanatsal beklenti içerisindeydim ve kendi işimi yapmam gerektiğini hissettim. Gerçekten işe yaradı ve beklediğimden çok daha kısa bir sürede! Aslında en çok kesitleri dağıtıp ilgisini çeken sanatçıları topluluğa katılmaya çağırarak bu oluşumu büyüttüm. Gelenler yeni fikirleri de beraberinde getirdi.

Netlabel fikri o zaman yeni değildi. Thinnerism ilk kurulduğundan ve 1. plak yayınlanmadan önce de o oluşumdaydım. Bu ideolojinin faydasını da gördüm. Bu doğrultuda devam etmem gerektiğini anlamıştım. Ve devam da ettim.

SG - Kuzey Avrupa ülkelerindeki sanatçıların solo ve deneysel çalışmaya yatkın oldukları bilinir seyrek yerleşim sebebiyle. Bunu Kanada'da da görüyoruz. Bu senin müziğini hiç etkiledi mi?

Pheek - Montreal'de yaşamak farklı bir tecrübedir. Tamamen izole edilmiş durumdayız. İşlerin hızlı yürüdüğü Avrupa'dan çok uzağız ama Amerika'ya yakınız. Yine de gümrükteki sorunlar sebebiyle fazla ziyaret edemiyoruz. Bu yüzden sanki bir balonun içinde yaşıyormuş gibiyiz. Burada birçok prodüktör var ama birbirimizle fazla bağımız yok. Bu bence biraz da çok farklı beğeni ve zevklerin olmasından kaynaklanıyor. İnsanlar birlikte çalıştığında çatışlamalar oluyor. Örneğin Montreal'de elektronik müzik çevresi ufaktır. İnsanlar minimalin burada çok büyük bir kitlesi olduğunu sanıyorlar ama alakası bile yok. Birkaç akım ve topluluk var. Bunların hepsi birbirine paralel gidiyor. Bence bu her yerde aynı. Ama bana göre oldukça garip bir şey bu.

Bana gelirsek bu yaşam tarzının müziğim üzerinde iki farklı etkisi var. Birincisi bana genel müziğin yönü hakkında fikir vermesi için dinlediğim DJ setleri haricinde fazla müzikal etki altında kalmıyorum. İkinci etki ise bazen topluluklardan koptuğumu hissediyorum ve bu da onların yorumlarını almak istediğimde moral bozucu oluyor. Yaptığım işin olup olmadığını, bir şeye benzeyip benzemediğini veya nasıl daha güzel hale getirebileceğimi anlayamıyorum böyle olunca. İyi yönü orjinallik katıyor, kötü yönü müziğim kategorilerden uzaklaştıkça daha az insana ulaşabiliyorum.

SG - Genel olarak Avrupa minimalizmi ile Amerika minimalizmi farkı vardır. Amerika daha çok minimalizmin köklerine bağlı kalır ve bunun üzerine deneysel çalışmalar yapar. Neden böyle bir ayrım var ve sence hangisi daha iyi?

Pheek - Gerçekten ilginç bir yaklaşım. Emin değilim ama sanırım ne demek istediğini anladım. Bence bu müziğin nerede ve nasıl çalındığıyla alakalı. Tecrübeme göre müzik konu olduğunda iki ayrı dünya var, Amerika ve Avrupa. Bence Avrupa'da türleri genişletmek ve çoğaltmak adına çok deney var çünkü insanlar çok daha fazla dışarı çıkıyor ve kulüpler de gecenin geç saatlerine kadar açık. Bu yüzden DJ'lerin çok daha fazla şey çalmaları gerekiyor ve böylece farklı kombinasyonları deneme şansı buluyorlar. Çok fazla da DJ olduğundan insanlar kendi tarzılarının olmasının önemini kavrıyorlar. Dinleyenler de genel olarak yeni fikirlere çok açık.

Amerika ise tamamen farklı bir hikaye. Partiler ve kulüplerde Avrupa'dakinden çok farklı bir sistem var. Genel olarak popüler şeyler çalınır ve gizli elektronik partiler ise çoğunlukla polis tarafından basılır. Bazen kulübe ünlü bir minimalist sanatçıyı dinlemeye gidersiniz fakat gelenlerin %80'inin ondan haberi yoktur ve Hip Hop çalmasını bekler. Bu yüzden bence birçok insan içine dönüyor ve kendi duymak istediği, özlediği müziği yapıyor. Bu onların üretim sürecinde de kendini gösteriyor doğal olarak. Sevdikleri ama bir türlü duyamadıkları müziği kendi prodüksiyonlarına yansıtıyorlar. Beni de minimale çeken şey buydu. Yapmaya başladım çünkü Montreal'de bunu dinleyebileceğim ya da dinletebileceğim hiçbir kimse yoktu.

SG - Günümüz sanatçılarının çoğu varolan müzikal yapıların dışına adım atmakta pek istekli değiller. Fakat seni ele aldığımızda ileriye dönük adım atmayı seviyorsun. Eğer bir "Geleceğe dönüş" ortamı yaratsak, müziğinin nasıl geliştiğini açıklayabilir misin?

Pheek - Beni bu şekilde görmene çok memnun oldum. Bence yapmak istediğim şeye yaklaşıyorum. Aslında bu konudaki en büyük güdüm hiçbir zaman son yaptığım şeyi beğenmemem. Daha iyiye gitmem gerektiğini düşünüyorum hep. Her zaman değiştirecek bir şey buluyorum ama bir süre sonra yoruluyorum ve olduğu gibi bırakıyorum. Prodüksiyon hakkında ne kadar çok şey öğrenirsen o kadar çok yavaşlarsın çünkü üzerinden geçeceğin çok daha fazla detayı incelemeye başlıyorsun.

Bir bakıma şu anda yaptığım şeyler eskiden yaptıklarımın daha detaylandırılmış bir türevi. Bugünlerde özüme dönmem gerektiğini hissediyorum. Yapmamam gereken tek şey bir başkasının beklentilerine dayanarak çalışmak. Plak şirketleriyle çalışmanın bu denli zor olduğunu hiç bilmiyordum. Kendi tarzımı ne kadar çok belirlersem çalışabileceğim plak şirketi sayısı azalıyor. Bunun sebebi de parçam çıktığından ve insanlar beğenmeye başladığında ben müzikal açıdan apayrı bir noktada oluyorum aslında. Bu özünde iyi bir şey bence. Sürekli bir devinim var.

Ben sadece kendi zevkim için müzik yapmaya çaşılıyorum. Bu hayatım boyunca erişmeyi umduğum bir amaç. Gittikçe yaklaşıyorum ve son çıkardığım plan "De Begg Deg" benim eğlence anlayışımın iyi bir örneği.

SG - Son plağın "De Begg Deg" ile konsept bazlı bir seriye başladın. Bu serinin dayandığı konsepti ve bizi nereye götüreceğini biraz anlatır mısın?

Pheek - Aslında bunu söylemek zor. Kendime göre birkaç çizgi çektim ve bu çizgiler doğrultusunda prodüksiyona başladım. Ama henüz başındayken bunun nereye varacağını söylemek zor. "De Begg Deg" bence bir tohum ve şimdi onu yerleştirdim. Bu tohumdan daha çok şey doğacak diye umuyorum.

Mutek'ten hemen önce Vladislav Delay'in çaldığı bir bardaydım. Bu beni çok etkiledi ve özüme döndürdü. Duygusal olarak bağlandım. 90'ların sonunda beni minimale çeken zincirleme olaylar gözümün önüne geldi ve Delay o zamanlar bu tür müziği tamamen farklı bir şekilde yapıyordu. Başlı başına bir tecrübeydi. Sanırım müziğin içine daldıkça ve insanların tepkilerinden etkilendikçe bu bakış açımdan uzaklaştım. Ayrıca bence bu durak bilmeyen yeni plak yayınlarının yanında bazıları sürekli yeni bir şeyler aramaya devam etmeli ve farklı kapılar açmalı. Elbette hepsi olumlu karşılanmıyor ama ne olursa olsun birilerini etkiliyor. İnsanları "Nasıl müzik yapsam insanlar beğenir acaba" döngüsünden çıkarmak için bir adım. Eğer er ya da geç yaptığımız şeyleri biraz olsun değiştirmezsek sonunda bir doyum noktası gelecek. Bunun örneklerini teknoda, drum and bass'te ve trance'te gördük.

Bence en büyük problem biri işe yarayan bir parça çıkardığında 10 kişi daha aynısını yapmak için sırada bekliyor. Birinden ilham almak demek onun yaptığı işten etkilenmek ve daha ileriye götürmektir. Kopyalamak değil.

Açıkçası kafamda böyle şeyler varken daha uzun çalışmalar sonucunda daha uzun parçalar yapmayı kafama koydum. İnsanları zorla bir müzikal safariye götürüyorum aslında. De Begg Degg'i ilk çaldığımda olduka ilginç bir şey gözlemledim. Parçayı ne kadar uzun çalarsam insanlar bunun aynı parça olduğunun farkına varıyorlar ama sürekli bir değişim geçiriyor. Nasıl biteceğini merak ettiklerinden daha da içine giriyorlar. Gerçekten o 80'lerde teknoyla tanıştığım dönemde o müziğin hipnotik etkisini, zamanı bir süreliğine de olsa durdurma özelliğini burada da yaşadım.

Konseptteki her parça bir diğerine referans veriyor çünkü hepsi birbirine bağlı katmanlar üzerinde. Parçalara ayrılıp yeniden katmanlara yerleştirilirse hepsi farklı hikayeler olabilir. Gerçekten insanların üzerinde oynayarak yeni hikayeler yaratma özgürlüklerinin olmasını istiyorum. Bence bu eskiden tekno çalmanın altında yatan temel hedefti. Yeniden böyle olmasının en doğrusu olacağına inanıyorum.

Not: Pheek röportaj bittikten sonra ben buraya koyana kadar konsept serisinin ikinci plağı "Mandragore" ve üçüncü plağı "Perceniege"'i çıkardı bile. Üç plak da Pheek'in sahibi olduğu Archipel'in bir uzantısı olan Kalimari Musique'ten çıktı. Dördüncü ve serinin sonuncusu da bu ay sonu veya önümüzdeki ay başında çıkacak sorun olmazsa.

7.8.07

Architecture In Helsinki - Places Like This (Tailem Bend, 2007)

Hayır Fin değiller. Hatta alakaları bile yok. Onbinlerce kilometre uzaktan, Avustralya'dan çıkan bir grup Architecture In Helsinki veya kısa adıyla AIH.

Hani AIH ne yapıyor müzikal olarak dersek indie pop tarzı bir durum çıkıyor karşımıza. Bunun haricinde oldukça farklı bir yapıları var. Melbourne'lü grup eğlenceli ama biraz sanatsal kaçan bu tarzıyla oldukça ilgi çekti bugüne kadar.

Grubun farklı eğlence tarzı performanslarında doğrudan dinleyiciye de yansıyor. Aslında pek de ufak olmayan bir dinleyici kitleleri var ama tarzlarının farklılığı sebebiyle genel dinleyiciye pek ulaşabilmiş değiller. Böyle bir amaçları da yok. Her albümde bu konuda en ufak adım atmıyorlar.

Grubun şarkılarında indie pop var, indie rock var, folk rock, synth-pop var, var oğlu var. İpin ucu kaçacak şekilde bolca enstrüman dinliyoruz albümde. Bunda grup üyelerinin neredeyse hepsinin birden fazla enstrüman çalmasının etkisi var tabii.

Grup çalışmalarında özgür olabilmek ve büyük plak şirketlerinin yemeği olmamak için kendi plak şirketini kurmuş ve albümlerini buradan yayınlıyor. Bugüne kadar orjinal kadrosuyla "Fingers Crossed" ve "In Case We Die" albümlerini çıkaran AIH, daha sonra 2005 yılında grupta bir değişime gitti ve arkasından "We Died, They Remixed" albümü geldi. Sıra da yeni albümleri "Places Like This"'e geldi.

Albüm çok eğlenceli başlıyor. Son dönemdeki Synth pop, synth rock ve indie pop rock türevi çıkan gruplara bir nevi haddini bildirme amaçlı bir başlangıç olduğu kesin. Synth pop "Red Turned White", dub ve Küba havalı "Heart It Races" ve Indie pop "Hold Music" ile mükemmel bir başlangıç bizleri bekliyor. "Feather In A Baseball Cap" ile tekrar synth pop'a dönülüyor ve hız da burada bir nebze yavaşlıyor. "Underwater" ise hızın en yavaşladığı an. Elektronik altyapılarla sualtı havası verilmiş. Derken "Like It Or Not" ile hareketli bir gitar melodisi üzerine eğlenceli bir hava var. Hispanikler hastası olur bunun. Trompet de var zaten oh.

Synth pop'a yine dönüyoruz "Debbie" ile. Disko havası da girince eğlenceye devam ediyoruz kaldığımız yerden. Sonra daha bir güzel "Lazy (Lazy)"'i dinliyoruz. Kendi içindeki tür değişimleri çok güzel. Elektronik reggae misali bir şey genelinde. "Nothing's Wrong" Indie pop'a çekiyor bizi. Şu albümü dinledikten sonra kesin kararım LCD Soundsystem veya !!! ile birlikte canlı dinlenirse çok güzel bir gece geçirilir. "The Same Old Innocence" ise bu düşüncemi daha da vurguluyor adeta. Günümüzde yükselen bir türe uygun çok güzel bir albüm. Long Live Rock, Long Live Disco, Long Live Disco Rock.

MP3: AIH - Hold Music
MP3: AIH - The Same Old Innocence


Architecture In Helsinki resmi sitesi
Architecture In Helsinki @ MySpace

6.8.07

Taylan - 1914 (Living Records, 2007)

Şimdi herkes biliyor genelde tek plak incelemesi yapmıyorum. Ancak konu Taylan'ın çıkardığı plak olunca bu konuda hiç çekinmeden bir istisna yapacağım. Sebepleri de aşağıda var zaten. Sonuçta dostum olmasının da ayrı bir etkinliği var tabii sebeplerden önce.

Bu istisnalardan ilki Taylan'ın müstesna bir insan olması. Birinci olarak girdiği Mimar Sinan Resim bölümünü sittin senede bitirememesinin tek sebebi müzik aşkı. Müzik aşkı yüzünden hiç alakası olmadığı halde yapmadığı iş kalmadı adamın. Yıllar yılı onca zarar etmesine rağmen inandığı müziği insanlara Gizli Bahçe, Auf, Dulcinea ve adını hatırlamadığım birçok mekanda müzik yönetmenliğini yaparak iletmeye çalıştı. Bunun yanında benim 2003-2006 arasında Baseline Productions olarak düzenlediğim birçok gecede bana destek oldu. Stanny Franssen'in onu hayran hayran izlediği geceyi hala unutmuyorum. Ama bir türlü beklediğimiz şans kapısını çalmamıştı.

Arkasından bende 2 adet kopyasını (Biri normal, biri canlı düzenlemesi olarak) hala sakladığım ama kendisinin bile elinde bulunmayan (Birini en kısa zamanda vereceğim ona) bir "Everybody Dance Now" düzenlemesi var ki hayranlıkla dinlemiştim. Ancak ona bir türlü izin almak imkanı olmadı. Parçanın normal versiyonunu aşağıda ekledim.

Velhasıl sonunda Taylan ilk plağını resmen Temmuz ayında çıkardı. Bana ilk haberi verdiğinde ise çok mutlu olmuştum. Bunları daha çok önceden hakettiğine inandığım için de ayrı bir gurur duydum.

Plağa gelince. "1914"'ün orjinal ve Rework versiyonları zaten bir süredir Taylan'ın MySpace sayfasında vardı. Ancak plak olarak mastering aşamasından sonra kulağıma daha uygun gelmeye başladı. Minimal tekno'ya biraz daha derin ve hareketli bir bakış açısı sunuyor plak. Birçok kişi gibi benim de favorim orjinal versiyonu ancak Rework'ün vuruş yapısı ve çizgisi itibariyle kulüplere biraz daha uygun olduğunu söylemek lazım.

"1914"'ün Randoman düzenlemesi ise ikisinin arasında biraz daha sakin ama başarılı bir ses kesiti kombinasyonuyla etkileyici. Zaten Randoman'ı 2005 yılında Süpermatik'le çıkardığı "Undesigning" albümünden da hatırlamak gerekir.

İlk alınan tepkilere göre "1914" çok olumlu tepkiler aldı. Bunun aynen devam etmesi de şahsen tek dileğim. Bu arada aşağıda bu plakla aynı zamanda Living Records'dan MP3 olarak yayınlanan "Sometimes" adlı çalışmayı da bulabilirsiniz. Hep destek, tam destek.

MP3: Everybody Dance Now (Taylan Remix)
MP3: Sometimes

Taylan'ın resmi sitesi
Taylan @ MySpace
Randoman @ MySpace

5.8.07

UNKLE - War Stories (Surrender All, 2007)

UNKLE aksak ritmlerin üstadlarından. Zaman içinde birçok değişim geçiren grup daha önce bu sayfalara "Self Defence" adlı 4 disklik albümleriyle de konuk olmuştu. Bu yüzden tanıtım sefasını es geçmemden kimse rahatsızlık duymaz herhalde.

UNKLE'ın müziği zaman içerisinde grup elemanlarının da değişimi sebebiyle birçok yönden değişime gitti. Breakbeat, Trip Hop, Elektro Rock gibi birçok türü albümlerinde barındıran grup her zaman farklı albümlerle karşımıza çıktı bu devinim sayesinde.

Temmuz ayının başında çıkan War Stories albümlerinden bahsetmek gerekirse öncelikle son dönemde öne çıkıp savaşa dokunduran ender çalışmalardan biri olduğunu söylemek gerekir. Albümün adı isim olsun diye konulmadı. Gerek albüm içinde, gerekse albümle alakalı yapılan tüm röportajlarda vurgulanan bir olgu savaş karşıtlığı.

Müziğe gelince Rock ve Disko'nun etkisi görülüyor. Özellikle "Hold My Hand" adlı parça bunun için iyi bir örnek. Bu arada DJ Shadow (Josh Davis)'in ayrılması grubu hip hop etkisinden kurtarmış değil. "Restless" adlı muhteşem çalışmada farklı bir yaklaşımla bu hip hop etkisi görülüyor. Ancak parça ortalardan itibaren Tim Goldsworthy (The DFA) havası alıyor. Onlara bir mesaj mı bu parça bilemiyorum artık. Bunun yanında "Keys To The Kingdom"'da da yoğun bir U2 havası var ama Bono'ya mesaj göndermiyorlardır herhalde bununla da abartmayayım.

UNKLE bu sene Avrupa turnesinde ve ne yazık ki Türkiye'ye uğramıyorlar göründüğü kadarıyla. Keşke uğrasalar. Bu sene bu kadar benzer dönemin efsaneleri gelince onların eksikliği iyice hissediliyor.

Beğendiğim çalışmalar:

3) Hold My Hand
4) Restless (Ft Josh Homme)
5) Keys To The Kingdom (Ft Gavin Clark)
7) Burn My Shadow (Ft Ian Astbury)

MP3: UNKLE - Restless (Ft Josh Homme)
MP3: UNKLE - Keys To The Kingdom (Ft Gavin Clark)

UNKLE'ın resmi sitesi
UNKLE @ MySpace

4.8.07

Erasure - Light At The End Of The World (Mute, 2007)

Ergenlik yıllarımızın güzide grubu Erasure. Elektro pop/Synth pop konusunda efsaneler arasında çoktan yerlerini aldılar. Andy Bell ve Vince Clarke'ın 1985 yılında göle yoğurt çalarak başlattıkları bir oluşum şimdilerde çoktan yoğurda dönmüş gölde bir esinti yaratıyor.

Erasure'ı anlatmak zor aslında. Arkalarında bir ton hit, milyonlarca albüm satışı bırakmış bir grup. Başladığında alternatif olarak algılandıktan sonra ortaya çıkardıkları çalışmalar tüm dünyayı sarsmaya başlayınca elektro pop, synth pop ve elektro disko türlerinin gelişmesinde büyük bir pay sahibiler her ne kadar birçok insana basit pop gibi gelseler de.

Benim için de yerleri apayrı grubun. Aldığım ilk single onların Abba şarkılarını yeniden düzenledikleri "Abba-Esque idi". Bu sebeple gönlümde her zaman farklı bir yerleri var. Hani Pet Shop Boys ve Depeche Mode'la ergenliğimi aydınlatan, elektronik müziğe ısınmamda etkili olan gruplardan biri. Tabii Vince Clarke'ın Depeche Mode'un kurucu üyelerinden olduğunu ve hatta Yazoo'nun yarısı olduğunu söylemekte fayda var. Ayrıca "Pop - The First 20 Hits!" adlı albümü de hala arşivimde güzel güzel duruyor. Hatta üstündeki 10.99 pound etiketi bile orada.

Erasure'ın en büyük gücü ve en büyük handikapı aynı. Müzikleri bugün bile değişmedi. Elbette bu istikrar takdir edilesi bir nokta fakat artık dünyadaki ilgi odağı olmaktan çok uzakta duran bu müzik türünde hala savaş vermeleri ve daha popüler türlere kaymamaları onları eskisi kadar ilgi çekici kılmıyor çoğu insan için. Ancak Andy Bell'in homoseksüelliğini bu kadar açıkça ifade etmesi zamanında onu bir kahraman da yapmıştı.

Erasure'ın 1994'te çıkardığı muhteşem "I Say I Say I Say" adlı albümü alın, bugünkü albümüyle karşılaştırın, arada 13 yıl fark edemezsiniz. İkili hala aynı. Anı synth pop edasında ısrarlılar. Bana göre bunda da çok başarılılar. Albümün genelini büyük bir zevkle dinledim. Her zaman rahat dinlenen hareketli ve eğlenceli parça yazmak konusunda uzman olan ikili hala bu işi başarıyla yapıyorlar. Eskiyi yad etmek ve üzerine yeni anılar eklemek için uygun bir albüm.

Bu arada grup Amerika ve Avrupa turnesine başladı. Turne bitince doğrudan stüdyoya girip önce üzerinde uzun zamandır çalıştıkları bir konsept albümü bitirecekler, arkasından da 2008 sonlarına yetiştirmeyi umdukları yeni albümleriyle ilgilenecekler. Erasure eğlencesi halen durmaksızın devam ediyor.

MP3: Erasure - Sunday Girl
MP3: Erasure - I Could Fall In Love With You

Erasure resmi sitesi

2.8.07

Kool & The Gang - Still Kool (New Door, 2007)

Bir kere 43 yıllık bir gruptan bahsedeceğiz. Bu iş kolay değil. Müzikal birliktelikleri benden bile 14 yaş büyük bu insanların. Velhasıl şöyle bir durup da düşünmek gerekiyor akla gelenleri yazmadan önce.

Kool & The Gang bu 43 yıl boyunca müzikal açıdan birçok değişim geçirmiş, bu değişimleri de dinleyici kitlesiyle başarılı bir şekilde kotarmış bir oluşum (Disko dönemi hariç). "Abi nerede eski Metallica" denildiği şu güzelim dünyada oldukça zor bir iş bu. Ama genelinde başaran var görüğümüz gibi.

Kariyerlerine önce cazla adım atan grup daha sonra R&B ve Funk türlerinin öncüleri arasında yer aldı efsanevi 60 ve 70'ler boyunca. 70'lerin ortasından itibaren pek de yavaş olmayan bir şekilde diskoya döndü grup ve bundan sonra yavaşlama dönemi başladı. Yine de takip eden kemikleşmiş kitlesi aynen devam etti.

Grup hepimizin ezbere bildiği, bugüne kadar gerek yeniden düzenlemeleriyle, gerekse de ses kesitleri kullanılarak bir ton kere karşımıza çıkan parçalar üretti. Bunların arasında "Jungle Boogie", "Celebrate", "Get Down On It", "Fresh" ve "Cherish" var. Bugüne kadar toplamda da 26 stüdyo albümü var grubun.

Gelelim bugüne. 31 Temmuz'da İstanbul Arena'da her ne kadar gidemediysem de gidenlerden çok eğlendiklerini öğrendiğim bir konser verdiler. Bu konser yeni albümlerinin turnesi kapsamında gerçekleşti ve bu sene İstanbul Arena'da birçok kaliteli sanatçıdan sonra onların gelmesi de çok güzel oldu. Keza bir Earth, Wind & Fire'ı da saymadan geçmemek lazım aynı dönemin ismi olarak.

Still Kool ise grubun göreceli olarak oldukça sessiz geçen 80 ve 90'lardan sonra karşımıza güzel bir çıkışı diyebilirim. Bundaki bir etken grubun diskoyu tarihe gömüp özüne dönmesi olarak sunulabilir. Eski RnB ve Funk havası yeniden gelmiş parçalara. Bu işin duayeni olarak da nasıl yapılacağını güzel bir şekilde sunmuşlar. Hatta hit olabilecek RnB parçalar da var, "Steppin' Into Love" ve "Too Low For Zero" gibi. "Bang Bang With The Gang" de eminim konserde ortalığı karıştırmıştır. Konsere gidemeyen benim gibi bahtsızlar için bence kaçırılmaması gereken bir fırsat bu albüm. Hani en azından bir nevi mansiyon ödülü diyebiliriz. Albümde hazzetmediğim "Give It Up" oldu açık ara. Olmamış hiç şu güzelim albümün içinde.

Albümde hafif kıvrılarak dans ederken romantizmin doruklarına varılıyor. Hala bu duyguya sahip olmalarından da çok etkilendim. Biraz gaz almış olabilirim bu sebeple. Ama albüm gerçekten çok rahat dinleniyor. Hatta eğer yaz akşamı yazlıkta şöyle ayaklarınızı uzatmış günbatımını seyrediyorsanız, sevdiceğe sarılıp çok mutlu bir şekilde dinlenebilir. Ayakları sallamak serbest tabii. 60 ve 70'leri özleyenler içinse her derde deva.

Beğendiğim parçalar:

2) Steppin' Into Love
3) America
4) What's Happening
7) Too Low For Zero
8) Bang Bang With The Gang
12) Miracles
14) Sorry

MP3: Kool & The Gang - Steppin' Into Love
MP3: Kool & The Gang - Bang Bang With The Gang

Kool & The Gang resmi sitesi