Trendsetter etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Trendsetter etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26.8.07

Jimi Tenor Röportajı

Bir iş gezisi için gideceğim Helsinki’de Scandic Marski otelinin barında Jimi Tenor’la güzel bir röportaj yapma imkanım doğduğunda oldukça heyecanlandım. Ben Istanbul’dan gittim, o da Amsterdam’dan geldi. Geçmişi ve gelecek projeleri hakkında konuştuk. Daha sonra Helsinki’deki stüdyosuna gittik ve orada 2007 sonu, 2008 başında çıkaracağı albümdeki çalışmaları dinleme imkanı buldum. Siz de tüm detayları röportajda bulabilirsiniz. Notasız gününüz geçmesin.

SG - Müzikal kariyerinizi derinden inceleyeceğimiz için öncelikle diğer uğraşlarınızdan başlayalım. Oldukça çok yönlü bir sanatçısınız. Sırt çantanızda fotoğrafçılık, yönetmenlik, ressamlık ve desinatörlük (Tenorwear) gibi meziyetlerle geziyorsunuz. Bunlar hakkında biraz bilgi verir misiniz? Ayrıca devam ettirdiğiniz de var mı?

JT - Gençken bende de hep sözü edilen Warhol sendromuna yakalanmıştım. Hepsini yapabileceğimi düşünüyordum. Ama bir süre sonra hiçbir yere varamadım. Şimdi sadece müziğe konsantre oluyorum. Fakat albüm kapaklarım için fotoğraf çekiyorum. Bazen eşimin (Nicole Willis) çalışmaları için de çekiyorum. Nicole Willis & The Soul Investigators adlı bir grupları var. Türkiye'ye de gelmiş olmaları lazım. En azından Nicole Willis olarak gelmişti sanırım.

Yönetmenlik konusunda gelince onu Amerika'da okurken yaptım. Aslında plak şirketim hakkında bir belgeseldi. Bence o iş gerçek sanatçılar için değil. Belgesel konusunda müziğini yapmak bile bana göre değil. Sonuçta bu bir komisyon işi ve bundan hiç hoşlanmadım. Konu artık müzikten "iş"e dönüyor ve bu da ruhunu bozuyor. Şimdilerde müzisyenler kendilerinin işadamı gibi sayılmasını istiyorlar. Finlandiya'da da var bu. Parasal konularla ilgilenmek çok zaman alıyor. Ayrıca çok fazla evrak işi. Bunu asla istemem. Hatta isteyeceğim son şey bu. Sonuçta aklımı müzikten uzaklaştırır bu. Amerika'da bu tür şeyleri çok iyi dengeliyorlar. Menejeriniz sizin tüm işlerinizi hallediyor. Elbette oldukça pahalıya da maloluyor. Tek olan sanatçıların durumu iyi. Ama gruplar için zor. Elektronik müzikte de sanatçılar genelde tek ve o yüzden şanslılar. En rahatı da DJ'ler. Daha önceden kaydedilmiş müziği çalıyorlar. Çok güzel parçalar çalıyorlar ve insanlar dans ediyor çünkü biri o parçaları stüdyosunda insanlar dans etsin diye yapmış zaten. Zaten kötü bir çalışmaysa onu kimse almıyorki.

SG – Müzik kariyerinizin başlarına döndüğümüzde “The Shamas” ile ortak çalışmalarınız var. Bu çalışmaların kariyerinizin ilerleyen bölümlerindeki etkisi nedir?

JT - 1980'lerde kendi yaptığımız müzik aletleriyle çalışmalar yapıyorduk. Sonradan ben bazı şeyler de ekliyordum. Kendi yaptığımız aletlerle farklı olmak istedik. Bize özgü bir şey olacaktı. Bunu hala yapıyorum aslında. Oymacılık derslerine gidiyorum ve kendime fülüt yapıyorum. Başkaları sandalye falan yapıyor, ben de fülüt. Sonuçta müziği kendiniz için yapıyorsunuz ve bundan zevk alabiliyorsanız daha güzeli olamaz. Ayrıca işin yorgunluk tarafı da var. Yorgunluğa tahammül edecek kadar zevk almalısınız. Bu noktada DJ'ler inanılmaz yoruluyorlardır. Çok geç çalmaya başlıyorlar ve her gün oradan oraya uçuyorlar. İş artık bir süre sonra zevkten çıkıp tamamen yoruculuğa giriyordur. Bizim performanslarımız genelde erken başlıyor ve bu çok rahat.

SG – Kariyerinizi incelediğinizde sizin açınızdan dönüm noktası var mı? Eğer varsa bu sizi ne yönde etkiledi.

JT - Amerika'ya gitmem benim için çok önemliydi. Finlandiya'da sanatsal müzik ciddi anlamda çok güçlü. Burada tamamen bireysel oluyor her şey. Tıpkı İzlanda'daki gibi. Çok az insan var ve yapılar da benziyor. Bu kadar bireysellik tehlikeliydi. Amerika'ya gidince gözlerim açıldı. Bir anda birçok kültürden insanla ve apayrı müzik aletleriyle tanıştım. Çok eğlenceli oldu. Farklı kullanımlar gördüm. Çok şey öğrendim. Müziğimi çok etkiledi ve bundan inanılmaz derecede memnunum.

SG – Soyadınızdan da anlaşılabileceği gibi Tenor saksafon en sevdiğiniz enstrümanınız. Ayrılamadığınız başka enstrümanlar veya teknik ekipman var mı?

JT - Aslında soyadımı değiştirmenin zamanı geldi galiba çünkü artık fülüt benim en sevdiğim enstrüman. Konser vereceğim zaman hep yanımda götürüyorum. Şimdilerde fülütü de daha iyi çalıyorum. Diğer en sevdiğim teknik ekipman da kurşun kalem.

SG - Bildiğimiz kalem mi?

JT - Evet evet. Eskiden orkestra için ya da grup için şarkı yazarken bilgisayarımı kullanıyordum. Hiç sorun yoktu. Ama birkaç yıl önce bilgisayarım çalındı ve programlarım da gitti. Ondan sonra öze döndüm çünkü bitirmem gereken işler vardı. O zamandan beri de hala kalem kullanıyorum. Ne bilgisayarı açmama gerek var ne de programa. Elime kalemi alıyorum, tek gereken boş bir kağıt. Şimdi bayağı hızlandım. Programları öğrenmeye zaman harcamıyorum. Qbase çıktığında ilk kullananlardandım ve her yenilemede bile alışmak zaman alabiliyor. Bilgisayar kullanabildiğim ve programlara aşina olduğum için mutluyum. 1980'lerdeki müzik aletlerini tanıdığım için de çok memnunum. Yoksa müziğim 70'lerdeki jazz rock ve fusion rock'ların tamamen bir kopyası olurdu. Bu yenilikler fikirler doğuruyor ve sonuçta benim müziğimi de modern yapıyor.

SG - Bir orkestrayla kayıt yapan sanatçılardan birisiniz. Özellikle elektronik müzik söz konusu olduğunda ilklerdensiniz. Zaten sizden sonra bu akım Warp’ta bir hayli etkili oldu. Böyle bir çalışmanın sebebi neydi ve sonucu ne oldu?

JT - Aslında benden önce Aphex Twin Philip Glass ile ortak bir çalışma yaptı ama o temelinde farklı bir projeydi. Orkestrayla çalmak benim her zaman hayalim olan bir şeydi. İmkanım olmadığı için o ana kadar gerçekleştirememiştim. Ama yeterli parayı ayırabildiğim zaman bu işi kafama koydum. Sonra Japonya’da bir Polonyalı prodüktörle tanıştım. Onunla kafamdaki proje konusunda anlaşamadık ama Polonya senfoni orkestrasının şefi arkadaşıydı ve tanışmamızı sağladı. Proje de yavaş yavaş gelişti. Ama ufak bir sorun vardı. Biz günde 8 saat stüdyoda çalışmaya alışkınız ama orkestra günde 2-3 saat çalmaya alışkın. Ama bir şekilde sabrettiler ve albümü yaptık. Beklediğimden de iyi oldu. Her ne kadar Warp satışlardan çok memnun olmadıysa da gelen olumlu tepkiler beni yeterince mutlu etti.

SG - Albümlerinizi Warp, Sahkö, Kitty-Yo, Rough Trade ve en önemlisi Deutsche Grammophone gibi birçok saygın plak şirketinden yayınladınız. Bu arada da birçok farklı şehirde yaşadınız. Çalıştığınız plak şirketlerini ve yaşadığınız şehirleri değiştirmenizdeki sebep neydi? Tüm bunlar müziğinize nasıl yansıdı?

JT - Yaşadığım şehirlerin değişimi tamamen anlık bir olay. Lahti’de başladım, New York, Barcelona, Amsterdam, Helsinki’de yaşadıktan sonra en sonunda Lahti’ye geri döndüm. New York’a okumak için gittim, Barcelona’ya ise güneşi için. Amsterdam ve Helsinki’ye ise müzikal çalışmalarımı daha rahat sürdürebilmek için. Hepsinin müziğime büyük ölçüde etkisi oldu. Daha önce dediğim gibi özellikle New York bu konuda başı çekiyor.

Plak şirketlerine gelince değişim bendeki değişimle orantılıydı. Sahkö’de ilk başladığımda çok bireyseldim. Tamamen kendimi tatmin için müzik yapıyordum ve insanlara bir şey iletme güdüm yoktu. Daha sonra New York’a gittiğimde kollektif bilinci öğrendim ve farklı müzik aletlerini tanıdım. Öğleden sonra Empire State’te turist resimleri çekerken gece ve sabah müzik yapıyordum. O zamanlar çalışmalarımı hafızaya alma imkanım yoktu. O yüzden başladığım parçayı bitirmem gerekiyordu. Bu çok iyi bir motivasyon aracı oldu benim için. Bitirmek gerektiği için çalışmalar çok karmaşık olmuyordu. Daha basit ve düzenli çalışmalardı hep.

SG - Son albümün Deutsche Grammophone’dan yayınlandı. 1890’da kurulan bu plak şirketi şu anda faal olan en eski plak şirketlerinden biri ve 20. yüzyılda klasik müziğin gelişiminde çok büyük rol oynadı. Buradan çıkardığınız albümde Steve Reich, Erik Satie, Edgard Varese, Pierre Bulez, Esa-Pekka Salonen, Nikolai Rimsky-Korsakov ve Georgi Sviridov’un çeşitli çalışmalarını yeniden düzenlediniz. Bu eski çalışmalarınıza oranla ciddi bir değişim. Bunu bize biraz açıklar mısınız?

JT - Böyle bir seriye başlamayı düşünüyorlardı. Arşivimde bulunan çalışmaları yeniden düzenlememi ancak orjinaline bir şekilde bağlı kalmamı istediler. Parçaların yaklaşık yarısı kadar bir bölümünü orjinal haliyle bırakmam gerekiyordu. Açıkçası biraz daha modernize etme çalışması diyebiliriz. Bence çok güzel bir deneyimdi. İlk albüm çalışmasını bitirmek yaklaşık bir yılımı aldı. Plak şirketine gönderdim ve çok beğendiler. Birkaç hafta sonra lisans haklarını alamadıklarını söylediler. Bazı prodüktörlerin kendi çalışmaları hakkında farklı düşünceleri var ve buna saygı duymak gerekiyor. Ayrıca “deha”lık egosu da ortaya çıkıyor. Tek nota değiştirmeniz bile 10.000 Avroya mal olabiliyor. Sonuçta Arvo Part, Stravinsky gibi sanatçıların düzenlediğim çalışmaları tamamen boşa gitti. Belki bir gün yayınlanır diye beklemekten başka çarem yok. Ya da albümü bir barda unuturum ve bir şekilde yayılır. Bu da işin haince tarafı.

Daha sonra tekrar çalışmalara başladım. Bu sefer çalışmaları seçtiğim an hemen hakları için başvurduk ve bu sefer de hepsini aldık. Çalışmalar bu sefer 6 ay kadar sürdü. Sonuçta da ilki kadar güzel bir çalışma oldu.

SG - Eskilerden bu kadar bahsettikten sonra biraz da yeni projelerinize değinelim. Nisan ayında bir albümünüz çıkacak. Biraz bilgi verir misiniz?

JT - Nisan ayında Kabu Kabu adlı bir grupla ortak projemden albüm çıkarıyorum. Grup üyeleri Berlin’de yaşıyor ama Gana, Nijerya ve Polonya’dan üyeleri var. Albüm yine Sahkö’den çıkacak. Nisan ayının 10’unda piyasaya sürülecek. Albümün adı da “Joy Stone”. Afrika cazı yapıyoruz diyebilirim. Hatta ikinci albümün çalışmaları da devam ediyor. Hatta sen bazı parçaları dinleme şansı da buldun. Son dönemde çok fazla üretme imkanım oldu. Bu da beni çok mutlu ediyor.

Albüm adı ararken de internete girdim. Kalevala ile ilgili bir şeylere bakıyordum. Kalevala’da insanların gidip ağladıkları bir kaya var. Bu kayanın adıyla alakalı iki tercüme vardı. Bunları karşılaştırdım. Birincisi “Duygu kayası” anlamına geliyordu. Diğeri de “Müzik kayası” olarak tercüme edilmişti. Bu da bana ilginç geldi ve isim olarak seçtim.

İlgili Bağlantılar:

Jimi Tenor resmi sitesi
Jimi Tenor @ MySpace
"Deutsche Grammophon ReComposed by Jimi Tenor" İncelemesi
"Jimi Tenor & Kabu Kabu - Joystone" İncelemesi

17.7.07

İnternet ve Müziğin Aşkındaki Son Perde! - 2

I-TUNES

I-Tunes İnternet üzerinden MP3 satışında bir devrim olarak ortaya çıktı. Apple Computer IPOD adlı efsanevi MP3 çalarını piyasaya sürdükten sonra bu ürünü I-Tunes ile destekledi ve ürün sahiplerine hukuki olarak haklarına sahip olacakları müzikleri indirme imkanı sağladı. Ancak bu imkanı sadece IPOD kullanıcılarına sağlaması tepkilere yol açtı. Günümüzde Avrupa’da bu engeli kaldırmaları için Norveç, İsveç ve Danimarka’da hakkında davalar açıldı. Türkiye’ye hizmet vermemesi ise bizim açımızdan etkin bir handikap.

Kullanım kolaylığı: İlk defa giren ve IPOD’u olmayan bir kişi için (Örneğin ben başka bir MP3 çalar kullanıyorum) üyelik istemesi ve bu üyelik çerçevesinde bir program yüklemek istemesi itici. Bunun yanında albüm arama özellikleri güzel. Satın alma kolaylığı yüksek. Kullanıcılar açısından gayet kolay bir site.

Özellikleri: I-Tunes’da görsellik ön planda ancak her noktada size sunulan IPOD reklamları bir süre sonra sıkmaya başlıyor. Ayrıca film satışının başlamış olması sebebiyle de müzik eskisi kadar ön planda değil.

Üyelik sistemi: Üyelik için bir program indirme gereksinimi gerçekten rahatsız edici. Girip kendiniz için ya da farklı marka MP3 çalarınız için parça indiremiyorsunuz. Bu konuda kısıtlamaya gidilmese bence çok daha etkin bir site olur ve daha yüksek satış rakamlarına ulaşılabilir.

Fiyatları: Fiyat açısından İnternet’teki belki de en uygun site. Bunun temel sebebi de IPOD’dan gelen gücü sebebiyle plak şirketlerinin anlaşmalarda suyunu çıkarması. Ancak elektronik müzik konu olduğunda Beatport, Juno, Wordandsound ve DJ Download’a göre çok daha zayıf.

Sonuç: IPOD sahipleri için güzel ancak diğerleri için faydasız bir site. Fiyat konusunda çok avantajlı ve eğer elektronik müziğe daha fazla önem vermeye başlarsa ortalığı biraz karıştırabilir. Türkiye’ye hizmet vermeye başlarsa Türkiye pazarında ciddi bir yere sahip olur.

Beatport

Elektronik müzik dinleyicileri açısından en kapsamlı ve en çok satış rakamına sahip site. Şimdiden markalaşmış durumda. Özellikle DJ’ler açısından büyük önem taşıyor çünkü kalite seçenekleri ve fiyatlar arasında güzel bir uyum sağlıyor. Genel olarak House tarzının kollarına ağırlık veriyor ancak 2006’nın başından itibaren minialist müziklere de ciddi biçimde yer vermeye başladı.

Kullanım kolaylığı: İlk başta biraz karmaşık görünmesi ve yazıların ufaklığı sebebiyle çok takdir toplamasa da İnternet’i düzenli kullananların zorlanmayacağı bir site. Yeni çıkan plakların veya albümlerin tanıtımı güzel ve bunlara ulaşım çok kolay. Ayrıca plak şirketleri, sanatçılar, albümler, mixler ve listeler gibi bölümler sayesinde aradığınız şeyleri kolayca bulabiliyorsunuz. Ayrıca oluşturabileceğiniz favori plak şirketleri, sanatçılar ve tarz listeleri sayesinde size gelişmeleri bildirmesi de çok güzel bir özellik.

Özellikleri: Satın alma anında kredi kartından çekim işlemi otomatik olduğundan parçayı direk çekme imkanına sahipsiniz beklemeden.

Sanatçı listeleri bölümü sayesinde toplu olarak daha ucuz alımlar yapılabiliyor. Bunun yanında yeni giren plak şirketleri tarafından sunulan tanıtım parçaları, festival tanıtımları için yayınlanan parçalar bedava olarak edinilebiliyor.

Üyelik sistemi: Üyelik oldukça basit ve kolay. Ayrıca sitenin farklı kullanım özellikleri sebebiyle çok rahat hallediyorsunuz tüm üyelik işlemlerini. Gereksiz sorular yok.

Fiyatları: Krafty Kuts’ın albümü €12.99. DJ Download ve I-Tunes’a göre daha pahalı görünüyor ancak çok daha kolay bir kullanımı olduğu ve markalaştığı için tercih ediliyor.

Sonuç: Elektronik müzik dinleyicileri ve DJ’ler açısından gerek içeriği, gerek kullanımı açısından en çok ilgi gören site. Artılarını da biraz daha yüksek fiyat isteyerek biçimlendiriyor. Türkiye’den en çok alışveriş yapılan site konumunda.

DJ Download

Özellikle İngiltere’de büyük ilgi gören bir site. Zaten fiyatları da otomatik olarak Sterlin geliyor. Ancak isteğinize göre kuru sağ üstteki menüden değiştirebiliyorsunuz. Sitede trance ve progresif house türleri ağırlıkta. Bunun yanında Breakbeat de yine son dönemde önemli bir yer alıyor.

Kullanım kolaylığı: Kullanımı Beatport kadar olmasa da kolay bir site. Yeni plakları arama konusunda rahatlık dikkate çarpıyor. Ayrıca genel arama sonuçları da çok hızlı. Sitenin hızı kullanım açısından insanları çeken bir özelliğe sahip.

Özellikleri: Tanıtım diskleri konusunda Beatport ve Kompakt’ın gerisinde kalıyor. Plakları yayınlanmadan önce MP3 formatında alma imkanınız yok, sipariş verip beklemek zorundasınız.

Üyelik sistemi: Üyelik Beatport’a nazaran biraz daha uzun sürüyor. Birkaç ekstra soru var ancak bunlar çok da önemli değil çünkü alışılmış durumlar. Yine de daha basit olması onların avantajına olur. Ödeme sistemleri arasında Paypal bulunması ise ciddi bir avantaj.

Fiyatları: Fiyat açısından çoğu noktada Beatport’tan daha avantajlı konumda ama yine de I-Tunes’dan pahalı. Döviz türleri arasında değişim yapabilmeniz avantaj sağlıyor.

Sonuç: Her ne kadar tüm elektronik müzik türlerine ağırlık vermese de yine de başarılı bir site. Bazı ekstra özelliklerini geliştirmesi durumunda Beatport ile benzer başarıyı yakalayabilir.

Kompakt MP3

Kompakt plak şirketinin dağıtım ağı gücünü de kullanarak ortaya çıkardığı proje. Kısa zamanda önemli bir başarıya imza attı. Özellikle DJ ve prodüktör çevresinde plak şirketi olarak sahip olduğu tanınmışlığı kullanarak ciddi bir müşteri potansiyeline sahip.

Kullanım kolaylığı: Kullanım açısından en basit arayüze sahip site. Yapısına kısa sürede ayak uydurmak mümkün. Ortadaki yeni plak listesi biraz karışık görünse de hemen alışılıyor.

Özellikleri: Henüz çıkmamış plakları MP3 formatında satın alma imkanı sunuyor ve bu açıdan en güçlü site. Alman plak şirketleri ve prodüktörlerin ağırlığı var ve temeli bir müzik kültürüne dayandığından gelişmeye en açık site. Tek handikapı Beatport’un aksine ödemeden sonra onay bekliyorsunuz ve bu biraz sıkabiliyor. Paypal ile ödeme imkanı burada da var.

Üyelik sistemi: Üyelik yok. Bu açıdan inanılmaz bir zaman kazancı yaşıyorsunuz. Ancak üyeliğin getirdiği liste, uyarı mailleri avantajları yok. Yine de haftalık haber mektubu seçeneği var ve bu konuda diğer sitelerden bir boy farkla önde. Yeni çıkan veya çıkmadığı halde MP3 olarak satışa sunulan plakları e-mail yoluyla düzenli olarak iletiyor.

Fiyatları: Krafty Kuts’ın albümü burada olmadığından karşılaştırmak zor ancak Jochen Trappe’nin Connaisseur’dan çıkan yeni plağını karşılaştırdığımda Kompakt’ın ciddi ölçüde daha ucuz olduğunu gördüm. Beatport’ta €4,74’e alınacak plak Kompak’ta €3,48 ve bu yaklaşık %27 gibi bir fiyat farkı. Bu açıdan gerçekten çok avantajlı. Ödemede biraz beklemeye değebilecek bir avantaj olduğu kesin.

Sonuç: Her ne kadar minimal, tekno ve elektro türlerine daha çok ağırlık verse de fiyat, kullanım kolaylığı ve haber mektubunun etkinliği bakımından tercih edilecek bir site. Kompakt’ın plak şirketi olarak ortaya koyduğu başarısının üzerine bu gücünü devam ettirip arttıracak bir çalışma.


Sühan Gürer
2007

16.7.07

İnternet ve Müziğin Aşkındaki Son Perde! - 1

Aslında her şey Mpeg Layer 3 veya herkesin bildiği adıyla MP3’ün keşfiyle başladı. Keşfeden kişi ise Karlheinz Brandenburg. Elbette Berlin’deki Brandenburg kapısı ile alakası yok. Ama müzik dünyası için 2. bir Brandenburg kapısı oldu. Müzikte yepyeni bir dönem başlattı.

Mp3’ün keşfinden sonra disk üzerindeki her parça aynı kaliteye bağlı kalmak koşuluyla 1/10 oranında sıkıştırılıyordu. Bu da bir anda insanlara müziklerini paylaşmak konusunda bir imkan tanıdı. Elektronik müzik bu paylaşımlar sonucu gelişiminde önemli bir devinim kazandı ancak bunun yanında ardı arkası kesilmeyen bir sektör ortaya çıktı.

İnternette sohbet odalarında başlayan paylaşım akımı daha sonra p2p (Kullanıcıdan kullanıcıya bağlantı) bazlı programlar sayesinde ciddi bir organizasyona dönüştü. Önce Napster’la başladı, sonra Audiogalaxy, Kazaa, Imesh, Emule, DC++, BitTorrent, Soulseek derken bugünlere gelindi. 1995’ten bu yana gelen süreçte inanılmaz hızla gelişen bu sektör birçok değişimi de beraberinde getirdi. Elbette bu gelişimdeki en önemli paylardan biri de kullanıcıların İnternet bağlantı hızlarının gün geçtikçe artmasıydı.

Bu yeni akıma en çok etki eden noktalardan belki de en önemlisi müzik endüstrisini kontrol eden (Veya ettiklerini sanan) büyük plak şirketlerinin İnternetteki bu paylaşımcı akımı kabullenmeleri oldu. Önceleri bunları basit korsanlar olarak gören bu plak şirketleri zamanla bunun sadece korsanlık değil yeni bir kültür anlayışının eseri olduğunu fark ettiler. Internette bilgi parasızdı ve müzik de benzeri bir şekli almaya başlamıştı.

Müziği paylaşan, programları yazan veya albümleri bilgisayara aktaranlar çoğaldıkça plak şirketlerini bir telaş aldı. İlk savunma hatlarını kurdular ve ardı arkası gelmeyen hukuki bir savaş başlattılar. Güçlerinin kendilerine galibiyeti getireceğine emin ve olabildiğince hatalı bu duruş onlara elbette birkaç cephede başarıyı getirdi. Napster kapatıldı. Audiogalaxy onu takip etti. Son dönemde Emule’un en önemli ağ bağlantısı Razorblack’in sahibi hapse atıldı. Ancak bütün bu başarılar sonucunda gözlerini açtıklarında başta karşılarında 3-4 cephe olmasına rağmen şimdilerde sayısı 10’u aşan cepheler çıktı. Bu noktada strateji yanlışlığını fark eden plak şirketleri yeni strateji arayışına girdiler ve ortaya Internet MP3 satış siteleri çıktı. Bir şarkıyı veya bir albümü gerçeğine oranla çok daha ucuza alma imkanı sunan bu siteler farklı ve İnternet’i daha iyi yorumlayan bir bakış açısının eseriydi.

Bu satış siteleri başta pek ilgi toplamadılar ancak Apple Computer’ın IPOD adlı ürünü için geliştirdiği I-Tunes bu konuda çok başarılı bir örnek teşkil etti. Aynı dönemde elektronik müzik kullanıcıları için Beatport ağırlığını ortaya koydu. Ayrıca Kompakt ve Universal gibi plak şirketleri de kendi dağıtım ağı güçlerini kullanıp benzer çalışmalarda bulundular. Bugün İnternet’te parasız müzik paylaşımıyla mücadelede yepyeni bi cephe var. Bu cephede plak şirketleri dava açma dönemine göre çok daha büyük başarılara ulaştılar ve en azından bu sefer sadece zarar vermek değil, kendilerine fayda çıkarma şansları da var.

Bu İnternet satış sitelerinden en çok dikkat çekenleri kullanım kolaylığı, özellikleri, üyelik sistemi ve fiyat konularında incelemeye çalışacağım. Fiyat karşılaştırması Krafty Kuts’ın Freakshow albümü üzerinden yapılmıştır.

Yazının devamı ve site incelemeleri yarın...

13.5.07

Klaus Schulze Röportajı

Elektronik müzikte deneyselliğin ve çok enstrümanlılığın öncülerinden biri olan Klaus Schulze ile doğum gününde bir röportaj yapma imkanı bulduk. Kendisi 2 yıldır bir hastalıkla uğraşmasına rağmen eski enerjisinden ve iğneleyici sözlerinden hiçbir şey kaybetmemiş. Büyük bir efsanenin kendi dilinden hayata ve müziğe bakış açısı için okumaya devam edin.

SG – Bir Rock grubunda baterist olarak müzik hayatınıza başladınız ve daha sonra “Tangerine Dream” adlı grup geldi. TD’de eletronik rock ve deneysel müziklere ağırlık verildi ve bunlar yer yer new age ögelerle birleştirildi. Bunu benzer bir tarzda Ash Ra Tempel grubu üyeliğiniz izledi. Kariyerinizin erken dönemlerinde akustik rock’tan elektronik rock’a yönelmenizdeki etkenler nelerdi?

KS – İlk olarak “Psy Free” adlı, gitar, klavye ve bateriden oluşan bir rock grubunda çaldım. Aslında daha önce gençken, ki bu aslında sayılmaz ama, temel olarak hep beat müziğine ilgi duydum.

TD’de biz her şeyi çaldık. Punk’tan deneysele ve hatta çok uçlara kadar. Ama kesinlikle bugünün moda tabiriyle “Ambient” denen müzik tarzı değildi çünkü çok farklıydı. Ayrıca o dönemlerde esinlenecek tek şey moda olan Broetzmann’in “Free Jazz”iydi.

TD’deyken sürekli yeni ses ve enstrüman arayışım başlamıştı. O zamanlar çok basit aletlerden karmaşık sesler çıkarmaya çalışıyordum ve henüz synthesizer’lar yoktu. Örneğin TD konserlerinden kasetleri tersten çalmayı deniyordum ve Edgar (Edgar Froese, TD’nin kurucularından ve hala grupta kalan tek kurucu üye) bunu hiç sevmiyordu, o basit bir davulcu istiyordu. Unutmadan söyleyeyim o inanilmaz bir Hendrix hayranıydı. Berlin’deki bir Hendrix konseri için alt grup olmuştuk ve eminim bu Edgar için unutulmaz bir gündü.

Ash Ra Tempel ile çok daha güçlü hale geldi yaptığımız müzik. Grubun ilk albümünden “Amboss”’u dinleyin anlarsınız. Ash Ra Tempel’da deneylerimde daha özgür oldum. Birçok konserde ve kayıtta davul haricinde değişik, garip sesler kullandım.

Bir yıl sonra kafamdaki fikirleri tek başıma daha iyi yapabileceğimi düşündüm ve Ash Ra Tempel’dan dostça ayrılıp ilk solo albümüm için çalışmaya başladım. Aslında bunda hiç davul yoktu çünkü davullardan biraz sıkılmıştım açıkçası, özellikle de rock davullarından.

SG – Bu dönemden sonra solo kariyerinize başladınız ve synthesizerın da gelmesiyle efsanevi “X” ve “Moondown” albümleriniz geldi. Bu dönemde nelerden esinlendiniz ve synthesizerın getirdiği değişim ne oldu?

KS – Evet. Sanatçılara yöneltilen klasik soru. Nereden esinlendiniz? Aslında bilmiyorum, ya da hatırlamıyorum. Yaklaşık 30 yıl geçti. Herhalde özel bir şey yoktu. Hayattaki milyonlarca şeyden biri. Mutluluk, üzüntü, sıkıntı halleri, şans, yalnızlık, dostluk ve müzikten para kazanma hayali. Siz müzik severler bunu hep atlıyorsunuz değil mi? (SG – Evet)

Elbette piyasaya çıkan ilk synthesizerı aldığımda birçok fikrimi kasede kaydetme imkanı sağladı. Bana ilham kaynağı da oldu. Bana çok yeniydi ve nasıl çalıştığını, bana ne katkı sağlayacağını öğrenmem gerekiyordu. Bu deneme ve öğrenme sürecinde fikirler otomatik olarak gelişiyor.

SG – Stüdyonuzda çok fazla sayıda enstrüman kullanıyorsunuz. Enstrümanların zaman içindeki gelişimi sizi nasıl etkiledi?

KS – Elbette stüdyomda sunulan en iyi aletleri kullanıyorum. Elektronik müzik açısından düşünürsek tüm enstrümanlar çok büyük bir hızla gelişti. Her yıl yeni bir synthesizer çıkıyordu. Birçoğu öncekilerin kopyasıydı ve çabucak silindi ama bazıları da kalıcı oldu. Analogdan dijitale geçiş ise inanılmaz bir andı. Bana göre bir devrim! Yine yeni baştan öğrenmem gerekti tabii.

Tek umduğum şey müziğimin de evrim geçirdiği. Bence bunu sadece aletlerin gelişimine bağlamak biraz haksızlık olur ama. Sonuçta bu aletler kendi başına müzik yapmıyor ve hala onları çalan ya da programlayan birine ihtiyaç duyuyorlar. Bence hiçbir kemancıya her albümde daha iyi kemanınız olduğu için mi kendinizi geliştirdiniz diye sorulmamıştır. Şaka bir yana bence eski sanatçıların bu denli ön plana çıkmasının sebebi o dönemi yaşamamız ve içinde öğrenmemiz. Synthesizerlar günümüzün gençleri için bilinmeyen, dipsiz bir kuyu gibi. Bunlardan kaçı piyano çalmayı bilir veya kaçı İngiliz kornosu neye benzer haberi vardır? (KS notu: İngiliz kornosu, “Cor Anglais”, ne İngilizdir ne de korno) (SG – “Cor Angle” yani açılı korno daha sonra zamanla “Cor Anglais” şeklinde değişmiştir. Aslen İngilizlerle hiç alakası yoktur)

SG – Müzikte yeni şeyler aradığınız süreç boyunca sürekli parçalar yapmak yerine senfoni benzeri çalışmalar yaptınız. Bu duygularınızı anlatırken size daha mı uygun?

KS – Açıkçası bir müzik parçası yaratmakta yavaş olduğumu kabul etmeliyim. Pop şarkıcılarının tüm şarkıyı çıkardığı sürede ben bir introyu hazırlayamıyorum. Kısa şarkıların sempatik melodileri hiç de bana göre değil. Senin sözünle senfoni benzerleri bana daha çok uyuyor. Elbette pop dinlemeyi de seviyorum ama sanatçı olarak ben onları yapamam.

SG – Elektronik müziğin birçok farklı türünü denediniz. Bu türleri farklı elementlerle birleştirdiniz. Örneğin opera sanatçılarıyla çalıştınız. Bu açıdan insan sesinin müzikalliği hakkında ne düşünüyorsunuz?

KS – Evet 1974’te çıkan “Blackdance” albümüm için opera sanatçılarıyla çalıştım. 20 yıl sonra kendi operam “Totentag” için de çalıştım. Totentag zamanında diğer albümlerim için de operadaki seslerden oluşan parçaları kullandım. Hepsi bu ve tüm çalışmalarımı düşünürsek çok da fazla değil. Genel olarak sesleri sadece melodisel kullanırım. Bir şarkıcının ağzından çıkan sözler beni pek ilgilendirmez. Totentag için tüm sözleri bir başkası yazdı. İnsan sesi içeren diğer albümlerim için ise Alman tescil yetkililerine sadece müzikal sözler deme özgürlüğünde bulundum. Ben onları öyle algılıyorum ve kullanıyorum. Bazen hayranlarım sözlerdeki anlamı çıkarmaya çalışıyor. Uğraşmayın çünkü gerçekten çok anlamsız.

SG – Elektronik müziğin günümüzdeki durumu hakkında ne düşünüyorsunuz? 70’ler ve bu günler arasında ne gibi farklılıklar var?

KS – Bu çok büyük bir soru. Ama cevabını biliyorum. Çünkü oradaydım ve hala buradayım. Ama ben sanatçıyım yazar değil. Yine de 1978’de ucuz Kork synthesizer’ları ilk çıktığında TD ve Klaus Schulze yerleşmiş isimlerdi ve birçok kopyalarımız türedi. Başlarda bazılarına yardım da ettim, onlara plak şirketleri kurdum ve kendi paramla albümlerini yaptım. Sürekli daha fazla demo geliyordu ve bir süre sonra bu ikinci jenerasyonun müziğe katabileceği şeylerin sınırlı olduğuna kanaat getirip uğraşmayı bıraktım. Şimdilerde TD ya da benden habersiz bir elektronik müzik jenerasyonu var ve bu bir bakıma olumlu. Birçoğu çok başarılı ve yeni sesler yaratıyorlar. En azından bizi artık kopyalamıyorlar. Rahatım.

SG – Sizin gibi sanatçılara her zaman “Karl Heinz Stockhausen” sorulur. Kendisi aslında elektronik müzik sanatçılığından ziyade bir teorisyen. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

KS – Sen kısaca söyledin. Aynen katılıyorum.

SG – Geçmişiniz geleceğinizin aynasıdır dersek büyük, güzel ve etkileyici kariyerinize bakınca neler düşünüyorsunuz?

KS – Açıkçası geçmişten ziyade geleceğe bakmayı seviyorum. Hafızam kötü ondan da olabilir belki. Bazen röportajlarda bana “Timewind” albümümü sorarlar ve yanlış yıl söylerim. Daha sonra da yayıncım beni düzeltir hep yaptığı gibi. Şu anda eski sınırlı sayıda basılan albümlerimin yeniden piyasaya sürülmesiyle uğraşıyorum. Bazı düzenlemeler yapıyorum. Yeni çalışmalara da göz kırpıyorum.

11.5.07

Klaus Schulze - Twin Towers of Ambient 2

1968’de 21 yaşındayken başlayan ve 38 yıldır dur durak bilmeden süregelen bir profesyonel müzik hayatına sahip Klaus Schulze (KS). Geride bıraktığı 100’den fazla albüm ve elektronik müziğe katkıları sebebiyle çoktan efsaneler arasında yerini aldı.

Rock gruplarında baterist ve bas gitarist olarak başlayan amatör müzik yaşantısı daha sonra onu electronik rock gruplarında davulculuğa götürdü. Tangerine Dream ve Ash Ra Tempel gibi kült grupların kurucuları arasında olan KS daha sonra deneyselliye olan merakı sebebiyle 1971 yılında solo kariyerine başladı. 1972 yılında synthesizerla ilk tanışmasını yaptı ve bunu “Irrlicht” albümü izledi. Albüm Almanya’da büyük yankı uyandırdı ve KS ismi tek başına tanınmaya başladı.

1970’li yıllar boyunca “Blackdance”, “Timewind”, “Moondown”, “Mirage”, “X” gibi çok önemli albümlere imza atan KS, bu dönem içerisinde Far East Family band adı altında 2 adet albüm çıkardı. Bu albümlerde ise çalıştığı klavyeci daha sonra “Kitaro” adını alarak ününü tüm dünyaya duyurdu. KS 1970’lerin sonlarında kendi plak şirketi “IC”’yi kurdu ve albümlerini buradan çıkarmaya başladı. “Richard Wahnfried” takma adıyla ilk albümünü de 1979 yılında çıkaran KS deneyselliğe verdiği önem, çok enstrümanlı üretim tekniği ve zamanının ötesinde müzik arayışı sebebiyle bu dönemde Almanya’nın en önemli prodüktörleri arasında yerini aldı..

KS 1980’lerde de aynı hızla eser vermeye devam etti. Bu arada KS 3 filmin müziğini yaptı ve farklı bir alana da el atmış oldu. 1986 yılında hakkında bir kitap yazılan KS, Almanya’da o güne kadar yaptığı müzik çalışmaları sebebiyle çeşitli ödüller aldı.

1990’lara gelindiğinde ise KS artık Almanya’da yaşayan bir efsaneydi. 10 bin kişilik konserleri, bu konserlerde verdiği canlı performansları içeren albümler izledi. Bu performanslar arasında özellikle Köln katedralinde ve Royal Festival Hall’da (Sonradan Royal Albert Hall adını aldı) verdiği konserler büyük yankı uyandırdı. 1994 yılında “Totentag” operasını besteleyen KS, 1995’te elektronik müzik açısından bir devrim yaratan Robert Moog ve rock müziğin efsanesi Pink Floyd ile özel toplantılar yaptı.

1990’ların 2. yarısında yayınladığı 10’arlık albüm setleri Silver Edition, Historic Edition ve Jubilee Edition inanılmaz bir satış rakamına ulaştı ve piyasaya çıkan setler 1 ay gibi kısa bir sürede tükendi.

2000’lerin ilk yarısında da albüm ve konser çalışmalarına devam eden KS, 2005 yılında ciddi bir hastalığa yakalandı. Bundan sonra albüm çalışmalarına ara verdi ve hastalığının tedavi süreci başladı. 2006 yılının başından itibaren durumu çok iyiye giden KS, albüm çalışmalarına yeniden dönme kararı aldı. Bundan kısa bir süre sonra da Qwartz tarafından “Prix D”Honneur” ünvanına layık görüldü.

Klaus Schulze elektronik müziğe getirdiği deneysel ruh, bu ruhun ortaya çıkardığı yenilikler, üretkenliği ve hayata karşı kendine has alaycı tavrı sayesinde tüm dünyaca tanınan bir sanatçı olmayı başardı. Klaus Schulze her ne kadar bu ismi sevmese de günümüzde “Ambient” olarak adlandırılan müzik tarzının gelmiş geçmiş en önemli ismi olmayı başardı..

8.5.07

Peter Kuhlmann Aka Pete Namlook Röportajı

Elektronik müziğin önemli kollarından biri olan “Ambient” tarzının günümüzde belki akla gelen ilk isimlerinden biri olan Peter Kuhlmann aka Pete Namlook ile geçmişi, geleceği, müziği ve hayatı hakkında zevkli bir röportaj yapma imkani buldum. Türkiye’de de Burhan Öcal’la projesi sebebiyle daha çok tanınan bu önemli prodüktörü daha yakından tanıma fırsatı bulabilirsiniz.

SG – Aslında röportaj isteğimi kabul etmenizden sonra bir süre ne soracağım hakkında kafamı toplamam gerekiyordu çünkü soracak çok soru var. Aklıma ilk gelen soru ile başlayalım. “Ambient” tarzı söz konusu olduğunda çok önemli bir yeriniz var ve Almanya’da bu müzik tarzının bir bakıma öncüsüsünüz. 1992 yılında sizin çıkardığınız albümleri büyük risk olarak görenler bugün yaptığınıza saygı duyuyorlar. “Pete Namlook” nereden geldi? Müzikal ve zihinsel olarak bu proje nasıl gelişti?

PK – Caz, Soul ve Elektronik müzik geçmişim ile başladı her şey. Ama kapıyı açan anahtar 16 yaşındayken Türkiye’ye yaptığı 6 haftalık gezi oldu. Klasik Türk müziği ve arabesk altyapısına o anda tutuldum. Daha sonra da bu tınılar asla beni bırakmadı. Oryantal müzik, bu şekilde adlandırırsak, her zaman aklımdaydı ve bunu kafamdaki elektronik müzik yapısıyla saygın bir şekilde birleştirmek ilk hayalimdi.

O zamanlar müzikten para kazandığım söylenemez. Fakat Türk müziği hakkında hatıralarımı hep canlı tuttum ve her imkanım olduğunda bu altyapıyı uygulamaya döktüm. 9 ay boyunca Türk düğünlerinde çaldım ve çoğu zaman düğünde yabancı uyruklu bir tek ben vardım. 500-1500 Türk’ün karşında ben ve Türklerden oluşan grubum. Bu çok büyük bir tecrübeydi.

İlk Jazz-Rock-Fusion grubum “Romantic Warrior”u kurdum ve grupla performanslarımızda sürekli birkaç Türk ezgileriyle süslenmiş parça da çaldım. Fakat kendimi yalnız hissediyordum çünkü grubun diğer elemanları benim yaşadığım tecrübeyi yaşamamışlardı ve benimle aynı hisleri paylaşmadılar.

Daha sonra Fax’ı kurdum ve onunla birlikte Peter Kuhlmann ufak bir fonetik oyunla Namlook’a döndü. (Kuhlmann’ı İngilizce tersten okuyunca Namlook ortaya çıktı)

SG – Fax birçok kişiye göre dalının en iyi plak şirketi ancak bir konu var ki soru işaretleri doğuruyor. Çıkan tüm albümler sınırlı sayıda basılıyor. Bu bir bakıma olumlu ancak özellikle Türkiye’deki insanları göz önünde bulundurursak albümlere ulaşmak çok zor bir hal alıyor. Bu sınırlama nereden geldi ve gelecekte de devam edecek mi?

PK – Önce iltifat için teşekkür edeyim. Bence birçok kaliteli plak şirketi var ancak onların çoğu Türk ve doğu müziğinin büyüleyici özelliğini keşfedemediler.

Sınırlama ise müziğimizin bizim için değerinden kaynaklanıyor. Çıktığı an tükenme diye bir şey yok. Bizim popüler kaygılarımız yok. Bu sanatsal değerlerle alakalı ve açgözlü davranıp saygı duyduğum değerleri yıkmadan müzikten geçimimi sağlayabildiğim için de çok mutluyum.

Eğer insanlardan gelen talepler üst düzeydeyse o albümü Fax’ın altındaki bir plak şirketi olan “Ambient World”’den tekrar çıkartıyoruz ve bunda sınırlama yok ama orjinal sayısı hep o şekilde kalıyor. Ayrıca tüm parçalarım ITunes’da da yer alıyor.

SG – Burhan Öcal önemli bir Türk sanatçı. Onunla beraber “Sultan” adlı bir projeniz var ve bu projeden üç albüm çıkardınız. Onunla çalışmayı nasıl buldunuz ve bu “Sultan” serisi ileride de devam edecek mi?

PK – Bu seriye elbette devam edeceğiz. Burhan’la birlikte 3 albüm çıkardık. “Sultan”’la başladık, “Sulta Osman” ve “Sultan Orhan”’la devam ettik. İlk iki albüm “Ambient World”’den tekrar yayınlandı talep üzerine.

Burhan’la çalışmak muhteşem bir duygu. İnanılmaz bir performans sergiliyor ve birkaç enstrümanı çalabilenler arasında tanıdığım en iyisi. Ayrıca saygı duyulması gereken bir aktör. Aslında ona ilk “Türk Maximilian Schell” diyen bendim 1996 yılında ve o zaman aktör olabileceğine de inanmıyordu. Ancak onun canlı performansını seyrettiğinizde şovundaki o teatral vurgular inanılmaz ve sizi o anın derinliğine çekip götürüyor bu yeteneğiyle.

Elbette biz müzik sayesinde yakın dost olduk ve her yeni çalışmada mükemmele yönelen bir misyonumuz var. Misyonumuzun bir parçası da Türk müziğine ve kültürüne duyduğumuz saygı ile birlikte yöresel çalgılarla elektronik müziğin aynı duyguda birleşmesi. Osmanlı İmparatorluğu’nu fazla popülerliğe kaymayan modern bir şekilde tanıtmaya çalışıyoruz.

Bazıları onunla çalışmalarımda benim etkimin az olduğunu düşünüyor. Burhan bana gerekli tüm yapıtaşlarını veriyor ve ben de bunları düzenleyerek vermek istediğimiz duyguya en uygun hale getirmeye çalışıyorum. Elektronik olarak öne neyi çıkarmak gerekirse çıkarıyorum fakat genelde sonuç önemli. Burhan’ın inanılmaz yeteneği ve üretkenliği ile benim Türk müziğine bakış açım birleştiğinde ortaya güzel bir yemek çıkıyor.

SG – Burhan Öcal’ın yanında Bill Laswell, Richie Hawtin, Klaus Schulze, David Moufang, Tetsu Inoue, Uwe Schmidt (Atom Heart) gibi dünyaca ünlü diğer birçok sanatçı ile de ortak çalışmalarınız var. Bu çalışmalar nereden doğuyor ve nasıl şekilleniyor?

PK – Müzik dünyasında görünmese de her şey birbirine bağlıdır. Tanıdığınız insanlar başkalarını tanır, onlar da başkalarını. Bazen ben birine ulaşırım, bazen başkası bana, bazen biri bizi buluşturur. Her seferinde farklı oluyor.

Bir ortak çalışmaya başladığınızda önce bir süre geçmesi gerekiyor. Evlilik öncesi tanışma gibi burada birbirimizi tanımaya çalışıyoruz ve bakış açılarımızı öğreniyoruz. Ortak bir projede ortaya çıkan sonuç genel olarak ihtimallerin toplanmasından farklı oluyor. Bu da zaten asıl güzel kılan nokta. Ben ortak projelere çok açık olduğumdan da sürekli yeni projeler ortaya çıkabiliyor.

SG – Bir albüm hazırlarken ortak proje yapmanın etkisi nedir? Avantajı ya da dezavantajı var mı? Diğer sanatçılarla da Burhan Öcal’la çalıştığınız gibi mi çalışıyorsunuz?

PK – Her ortak çalışma farklıdır. Burhan’la çalışmalarımızda onun üretkenliği ve katkısı o kadar yüksek ki benim düzenlemeyi yaparken elimde çok büyük bir hazinem oluyor. David Moufang ile biz genel olarak stüdyoda canlı performans sergileriz ve her şeyi kaydederiz. Daha sonra o bunları CD boyutuna göre aranje eder ve bana da mastering ve sorround ayarlamaları kalır.

Ortak çalışmanın en büyük avantajı hız. Her zaman size “bu güzel” veya “işte bu olmadı” diyebilecek biri var. Yalnızken bunu kendinize söylemeniz, söyleseniz bile inandırmanız uzun sürebiliyor. Ayrıca diğer büyük avantajı ise bu çalışmaları yapmak çok ilginç. Her seferinde yeni bir macera, yeni bir kişi ve o kişiden öğrenilecek milyonlarca şey. Bundan güzel ne olabilir?

SG – Peki sizin Türkiye’deki hayranlarınıza söyleyeceğiniz bir şey var mı?

PK – Müziğimi dinlediğiniz için gerçekten çok memnunum. Türk ezgilerinden birer küçük parça alıp bunları popüler ama saygısız parçalar haline getirmek istemiyorum. Umarım Türk mziğine saygı ve sevgimi prodüksiyonlarımda yeterince doğru vurgulayabilmişimdir. “Sultan Murad” için de gözlerinizi dört açın diyebilirim.

Sühan Gürer 2006

6.5.07

Peter Kuhlmann Aka Pete Namlook - Twin Towers of Ambient 1

Peter Kuhlmann’ı herkes Pete Namlook olarak tanıyor ve bu ince fark da soyadının İngilizce olarak tersten okunmasıyla elde ediliyor. Pete Namlook’taki tek terslik de bu olsa gerek.

Aslında her şeyin başlangıcı 1992 yılı. Peter Kuhlmann adında bir genç esinlendiği mistik doğu müziği ki bunun temelini Türk müziği oluşturuyor, caz, elektronik ve soul müziklerinin bir potada eridiği çalışmalar yapmak istiyor ve bu yolda adım atıyor. Birçok şey deniyor ancak plak şirketleri ya fazla popvari, ya da fazla uçuk diyerek çalışmalarını kabul etmiyorlar. Bu arada DJ Criss’le birlikte yaptığı çalışmalardan “True Colors” Pascal Feos tarafından beğenilmemesine rağmen el altından 500 kopya satabiliyorlar. Bu onlar için bir umut ışığı oluyor. Sonra da DJ Criss Kuhlmann’ı Music Man’den biriyle tanıştırıyor. Üretkenliği had safhada olan bu genç doğrudan bir plak şirketi kurmaya ve çalışmalarını buradan yayınlamaya başlıyor. Kurduğu şirketin adı bugün Ambient tarzında bir efsane olan plak şirketi Fax.

Plak şirketi ilk kurulduğu zamanda 2 haftada bir yeni bir çalışma yayınlayabilecek kadar heyecanlı ve üretken Kuhlmann. Sürekli yeni aletler denemesi, sesteki değişimlere verdiği önem, farklı müzik altyapılarına duyduğu ilgi ve genel olarak bakış açısı sebebiyle dikkat çekmeye başlıyor.

Kuhlmann’ın plak şirketinin başlangıcı için sözleri ise şöyle: “Her şey çok zor oldu. Ancak plak şirketi başladıktan sonra bütün müzikal hayallerimi desteklediler ve asla benimle müziğim hakkında tartışmadılar.”

Kuhlmann’ın ilk çalışmaları genel olarak zamanın bugüne oranla çok daha farklı bir yapıda bulunan Techno türünde geldi. Fakat sürekli aklında daha sonradan “Ambient” olarak adlandırılan o müziğin beklentisi vardı. Dönmek istediği bu yönde ona eşlik eden ya da kapıyı açan kişi bu türde başka bir efsane olan Dr. Atmo idi. Birlikte Silence-1 adlı bir çalışma çıkardıktan sonra Kuhlmann’ın hayatı tamamen değişti ve farklı bir yön aldı. O günlerde müzik çevrelerinde tamamen yalnız olmaları sebebiyle kabul görmekte zorlandılar. Sonunda 320 CD basmak için anlaşma yaptılar ve hepsi çok kısa sürede tükendi. Bu albüm Almanya açısından da çok önemliydi çünkü Ambient türünde çıkan ilk tam CD’ydi.

Bu zorlu ama başarılı başlangıç Peter Kuhlmann’a aradığı gücü verdi ve çalışmaları hızını artırarak devam etti. Birçok efsanevi sanatçıyla çalışmalar yapan Kuhlmann, bu sanatçılarla yaptığı ünlü serilerle giderek plak şirketini ayrı noktalara getirdi. Daha sonra plak şirketi altında 4 şirket daha kuran Pete Namlook her şirketin ayrı bir özelliğe sahip olmasını sağladı. Fax’ten (Peter Kuhlmann-PK) çıkan çalışmalar ya kendi, ya da biriyle birlikte yaptığı ve sınırlı sayıda (Genel olarak 1000) basılan albümlerden oluşuyor. “Peter’s Sublabel” (PS) ise tamamen başka sanatçıların yaptığı çalışmalardan ibaret. “Peter’s Worldlabel” (PW) ise genel olarak Almanya dışından sanatçılarla birlikte yaptığı çalışmaları içeriyor. “Ambient World” (AW) ise çok fazla istek alan PK albümlerinin limitsiz sayıda basımlarından oluşuyor.

Kuhlmann PK olarak da anılan Fax plak şirketinden Klaus Schulze ile “Dark Side Of The Moog” serisini, Dr. Atmo ile “Silence” serisini, Atom Heart ile “Jet Chamber” serisini, David Moufang aka Move D ile “Koolfang” ve “Move D / Namlook” serilerini yayınladı. Peter’s Worldlabel’dan ise Bill Laswell ile “Psychonavigation” ve “Outland” serilerini, Burhan Ocal ile “Sultan” serisini, Tetsu Inoue ile “2350 Broadway” serisini, Richie Hawtin ile “From Within” serisin yayınladı.

Bugüne kadar çalışmalarıyla Almanya’da yeni bir müzikal türün gelişmesinde ciddi katkıları olan ve çizgisinden uzaklaşmadan genel olarak müziğe etki yapabilen biri Peter Kuhlmann. Burhan Öcal ile yaptığı çalışma sonrası adını geç de olsa Türkiye’de de ciddi kitlelere duyurdu ancak gerek eski gerekse yeni çalışmalarının daha da ilgiyle izlenmesi gerekiyor. Türk müziğinden esinlenerek yaptığı onca çalışma sayesinde de Türkiye’nin Almanya Fahri müzik elçiliğine aday olması gereken Kuhlmann önümüzdeki yıllarda da bu nosyonu hakkıyla taşıyacak ender sanatçılardan biri.

Sühan Gürer 2006

24.2.07

2006’nın En Iyi Çıkış Yapan Prodüktörleri

Trendsetter dergisinin Noize eki için seçtiğim 2006’nın en iyi çıkış yapan prodüktörleri (Nacizane):

1) Gui Boratto
2) Loco Dice
3) Jon Gaiser
4) Gosub
5) JPLS
6) Florian Meindl
7) Jochen Trappe
8) Hisato Higuchi
9) Marc Ashken
10) Tom Burbank

16.2.07

Dinleme Parkı - Best Of 2006

Trendsetter dergisinin Noize ekinde 2 yılı aşkın süredir hazırladığım köşemde 2006 yılında yayınlanan çalışmalardan seçtiklerimden oluşan liste. Bu listenin minimalist kısmıyla aslında bir de set hazırladım uğraşarak ama 4 saatlik olması ve upload edebileceğim serverların kısıtlı olması sebebiyle henüz nihai adresine ulaşamadı. Hayırlısı artık.

"2006 yılı kesinlikle elektronik müzik açısından altın yıllardan biri olarak anılacak. Birçok prodüktörün geri dönüşü, önemli yeteneklerin ortaya çıkışı bu yılı gerçekten canlandırdı. Bu ay 2006 yılının kategorilere göre en iyi 25’er çalışmasını seçtim. 2006 akla geldiğinde ilk akla gelecek çalışmalar bana göre aşağıda. Birçoğunu yıl boyunca gerek Dinleme Parkı programlarında gerekse de DJ’lerin setlerinde dinleme imkanını zaten buldunuz. Ayrıca 2006’nın en iyi çıkış yapan isimleri de liste halinde karşınızda. Herkese sağlık, mutluluk ve bol nota dolu bir 2007.


Breakbeat&Old Skool Electro:

Blame – Diablo
Break And Enter – Breaking For You
Cut & Run – Gangsta’s Paradise
Cut & Run – Loneliness
Cut & Run – Public Enema
DK8 – Murder Was The Bass (Move Ya Remix)
Dreadzone – Lion Shirt (Drum Monkey Mix)
Dylan Rhymes – Don’t Want You Anyway
Ellen Allien & Apparat – Metric
Freaks – Creeps (Lee Coombs Remix)
Hyper Ft Leeroy Thornhill – Twisted Emotion (Metric Remix)
Kanye West – Gold Digger (High Contrast Remix)
Krafty Kuts – Tell Me How You Feel
Krafty Kuts & Tim Deluxe – Bass Phenomenon
Milke – She Says (Lee Coombs Vox)
Ed Solo & Skool Of Thought Ft Darisson – Love Your Life
Noisia – Gutterpump (Tom Real & The Rogue Element Mix)
Santos – Electro
Slyde – Vibrate To This (Original Mix)
Soul Of Man – Sukdat (The Rogue Element Remix)
Splitloop – KFC (Future Funk Squad Remix)
Stanton Warriors – Antidote 2
Stanton Warriors – Pop Ya Cork
Steelzawheelz – Discotron (Drummatic Twins Remix)
Wavewhore Ft Bex Riley – Funk Pill


House & Tech-house & Electro-House:

Alexander Kowalski – House Of Hell (Kiko Remix)
Anthony Rother – Sleep
Booka Shade – Trespass
Chelonis R. Jones – Deer In The Headlights (DJ Hell Remix)
Codec & Floxer – Do What You Want (Elef Tsiroudis Remix)
Detroit Grand Pubahs – Ride (Deetron Vocal Mix)
Fuckpony – Ride The Pony
Gosub – We Are Searching
Gregor Tresher – Heat
Gui Boratto – It’s Majik (Terry Lee Brown Jr. Remix)
Johannes Heil – Artology
Jussi Pekka – Spring Rain
Luomo – Really Don’t Mind
Mark Farina – Radio (Phil Weeks Main Remix)
Paul Kalkbrenner – Keule
Phonique – What I Play
R. Dorfmeister & M De Los Aus – Valldemossa (Moonbootica Remix)
Richard Bartz – Atomic Dog
Silicone Soul – Fading
Tigerskin – Get In Touch
Tomas Andersson – Copy Cat
Town & Country – Love Could Be (Town Mix)
Trentemoller – Vamp
Troy Pierce Ft Gibby Miller – The Day After Yesterday
Sven Vath Vs. Anthony Rother – Straum (Gregor Tresher Remix)

Minimal House & Minimal Techno:

Audion & Ellen Allien – Just A Woman (Audion Version)
Barem – Campoloco
BLM & Marc Ashken – Break Up
Claude Von Stroke – Seven Deadly Strokes (Patrick Chardronnet Remix)
D.Diggler – Axiom
Depeche Mode – The Sinner In Me (Ricardo Villalobos Conclave Remix)
Donnacha Costello – 6.1
Ellen Allien & Aparat – Jet
Gabriel Ananda – Miracel Whop
Gui Boratto – The Rising Evil
Jon Gaiser – Egress
John Tejada – The End Of It All
Johnny Dangerous – Beat That Bitch (Rsr Remix)
Lee Van Dowski & Quenum - Overdrill
Loco Dice – Carthago
Loco Dice – Seeing Through Shadows
Mike Shannon – Valence
Paul Kalkbrenner – Miles Away (Sascha Funke Remix)
Ryan Crosson – Hopskotch
Scsi-9 – Pour Ne Pas Perdre Le Coeur Da
Swat Squad – Cara Rana
Sweet N Candy – Act Up
Tigerskin – 101 On The Run
Troy Pierce – 25 Bitches (Jon Gaiser’s Too Many Bitches Makeover)
Wighnomy Brothers - Dukktus"

16.11.06

International Deejay Gigolos



Trendsetter dergisinin Noize ekinde 2005 yılının Ekim ayında yayınlanan bir inceleme yazım. Herkese bol notalı günler.

1996 yılında techno ve electro müziğin efsanevi isimlerinden DJ Hell tarafından kurulan International Deejay Gigolos plak şirketi başta Disko B plak şirketinin izinden gideceğinin sinyallerini veriyordu. Halihazırda o dönemde Disko B’den plak ve albüm çıkaran DJ Hell’in Gigolo’da bir tekrar yapacağı düşünülürken sanırım yetenekleri biraz hafife alınmıştı. DJ Hell’in vizyonu çok geniş ve değişikti. Günümüze geldiğimizde bu vizyonun elektronik müzik dünyasına en saygı duyulan plak şirketlerinden birini kazandırdığını rahatlıkça söyleyebilirim.

Plak şirketinde kimler yok ki. Plak şirketinden çıkan plakların çoğu DJ Hell’in prodüktörlüğünden nasibini alıyor. Buna Gigolo’dan plak çıkaran çıkan Jeff Mills, Dave Clarke, David Carretta, Miss Kittin & The Hacker, Fischerspooner, Dopplereffekt aka Japanese Telecom ve daha birçok isim dahil.

Açıkçası Gigolo Records’ın tarihini inceledikçe bir NBA All-star maçı izliyormuş hissine kapılıyorsunuz. En önemli isimleri ve hitlerini bu plak şirketinde bulmak mümkün. Açıkçası top 10 listesi yaparken inanılmaz zorlandığımı söyleyebilirim. Bunda da temel etken DJ Hell’in müzikal zevkinin inanılmaz derecede üst noktada olması.

Peki Gigolo Records tarzını oluşturan DJ Hell’in müzikal zevki nedir denirse şu şekilde açıklanabilir: acid house, elektro nu-wave, synth-pop ve teknoyu harmanlayan ve bunu yaparken de hem kendisiyle hem de dinleyenle dalga geçen bir müzik.

Aslında burada başarılı plakları da incelemek isterdim ancak ne yazık ki buna yetecek yerimiz yok. Açıkçası Gigolo’dan o denli “hit” denebilecek parça çıktı ki gerçekten ayrı bir sayfa ayırmamız gerekir hepsini yazmak istesek. Bu sebeple en iyi 10 album/plağı örnek olması amacıyla seçtim.

Asıl önemli olan Gigolo’dan plak çıkaran üstün yetenekli sanatçıların ve projelerinin müzik dünyasına olan etkileri. Electro ve techno müziğin günümüzde en yetenekli ve saygı değer görülen isimlerinden bir çoğu Gigolo çatısı altında bulundukları noktaya geldiler. Bu çatıda da dahil oldukları tarzlara şekil vermeye başladılar. David Carretta, Miss Kittin, The Hacker, Dopplereffekt, Fischerspooner, Tiga ve Savas Pascalidis gibi isimler türlerinde her zaman öncü isimler olarak öne çıktılar.

Elbette Gigolo’nun bu kadar ünlü olması ve bunun ötesinde DJ Hell’in Avrupa sosyetesinde ve sanat camiasinda bu denli sevilen bir sima olması arada bir sürprizlerle karşılaşmamızı sağlıyor. Bunlardan biri de P. Diddy’nin yani bildiğimiz ünlü rap vokalisti Puff Daddy’nin Gigolo’dan plak çıkarması. Let’s Get Ill adlı plakla ortalığı kasıp kavuran P. Diddy’nin bu plağının Gigolo’dan çıkması ise herkes için bir sürpriz oldu. Elbette bunda DJ Hell’in P. Diddy’nin albüm prodüktörü olmasının da etkisi çok büyük.

International Deejay Gigolos adında da olduğu gibi her yönden çok iddialı, aykırı ve yaratıcı bir plak şirketi. Kurulduğundan beri sürekli gündemde kalmayı başarması ise sadece uçukluğuyla olmadı elbette. Bu müzikal başarının, hatta dehanın bir göstergesi ve son çıkan plak ve albümler de Gigolo’yu daha çok uzun bir süre takip etmemiz gerekeceğini gösteriyor.

Gigolo’nun ağır topları:

1) DJ Hell
2) The Hacker
3) Miss Kittin
4) David Carretta
5) Tiga
6) Dopplereffekt
7) Fischerspooner
8) Savas Pascalidis
9) Chris Korda
10) Terence Fixmer

En iyi 10 albüm/plak:

1) Miss Kittin & The Hacker – The First Album
2) DJ Hell – NY Muscle
3) David Carretta – Le Catalogue Electronique
4) Tiga & Zyntherius – Sunglasses At Night
5) Vitalic - Poney
6) Savas Pascalidis - Galactic Gigolo
7) Fischerspooner - #1
8) Dopplereffekt - Gesamtkunstwerk
9) Terence Fixmer – Muslce Machine
10) Japanese Telecom – Virtual Geisha

International Deejay Gigolo Records

13.10.06

Craig Richards Roportaji (07.04.2006)

Trendsetter dergisinin Mayis ayinda yayinlanan ve Craig Richards'la Indigo'daki performansi oncesinde yaptigim roportaji asagida bulabilirsiniz. Iyi eglenceler.

O tam anlamıyla başarılı bir sanatçı. Londra’nın en ünlü kulübü Fabric’in müzik direktörü, Resident DJ’i, tasarımcı, ressam ve dünyaca ünlü bir DJ. Onu Cumartesi gecesi dinleyebilmek için Londra’da olmak gerekir ve bu yüzden biz de Londra’da olmadığımızdan Cuma gecesi kendisini dinlemek için Indigo’ya gidelim dedik. Performansından önce de kendisiyle çok güzel bir röportaj yaptık.

SG-Performanslarınızda tüm müzik türlerini kucaklayan bir haliniz var. Bunun arkasında dünya görüşünüz mü yer alıyor yoksa her müziğin tadının farklı olduğuna ve insanın hepsini tatması gerektiğine mi inanıyorsunuz?

CR-Bir kişinin tüm müzik tarzlarını tatması bence çok güzel olur ve hatta ideali bu. Ben çocukluğumdan bugüne kadar birçok müzik türünü dinledim ve hepsini seviyorum. Beni ilgilendiren şey bu türlerin ortak noktaları. Bu parçaların vuruşları, sıcaklığı ya da derinliği de olabilir. Bence tüm müzik türlerinin hissettirdiği ortak duygular var. Müzik kültürünüz geliştikçe hepsini kendinizde tutmanız gerekiyor. Bence sadece tek müzik türüne takılmak hiç mantıklı değil. Bazıları yapıyor ama ben yapamam.

SG-Müzik sektörünün içinde bulunduğunuz bunca zaman içinde sizce müzik değişime uğradı mı? Uğradıysa, bunun sonuçları olumlu diyebilir miyiz?

CR-Müzik geçen zaman bir yana sadece ekipmanların gelişmesiyle bile değişti. Eskiden ekipmanlar çok basitti ve müzik de buna uygun olarak daha basitti. Artık birçok insanın bilgisayarı var ve burada müzik yapmak çok kolay. Özellikle son birkaç yılda müzik çok hızlı gelişti. Yeni çıkan her çalışma iyi diyemem ama çok daha fazla insan müziğe girdi ve değişik şeyler ortaya çıkıyor. Müzik artık daha fazla insana açık ve bu da çok güzel. İnsanların daha fazla seçeneği olması bence en olumlu şey. Müzik kısa sürede büyük mesafe katetmesine ve değişim geçirmesine rağmen aslında çok da değişmedi. Bazı şeyler hala aynı. İnsanlar hala Kraftwerk dinliyor ve o günden bugüne bazı şeyler aynen duruyor. Yine de bence müzik şu anda en verimli dönemini yaşıyor.

SG-Sizin ve Fabric’teki diğer insanların son 6-7 yılda yaptıklarınız hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce Ingiltere’deki ya da hatta dünyadaki müziği etkiliyor musunuz?

CR-Biz pek o şekilde düşünmüyoruz aslında. Sadece sevdiğimiz insanlarla birlikte sevdiğimiz müziği çaldık, hepsi bu. Fabric’te, müziğin hem işitsel, hem de görsel anlamda izleyiciyle en iyi buluşabileceği ortamı yaratmak istedik. Kendi çaldığım plaklardaki isimleri çağırdık ve bu iş tamamen önsezilerimizle ilerledi. İnsanların beğenisinden memnunum. Eğer elektronik müziğe bir artımız olduysa bu gurur verici. Elektronik müzik artık güçlü bir ses haline geldi. Bu tamamen paylaşmakla alakalı.

SG-Fabric gibi bir kulüpte her Cumartesi gecesi çalmak sizin için gurur verici olmalı. Bir önceki haftadan farksız olduğunuzu hiç düşündünüz mü veya insanların bu yöndeki tepkileri size geldi mi?

CR-Cumartesileri değişik saatlerde ve değişik odalarda çalıyorum. Her hafta performansımı değiştirmeye çalışıyorum. Bu benim için olumlu bir baskı. Ben plakları öne çıkaran Resident DJ’lerden değilim. Performanslarımda farklılığı seviyorum. Her hafta çalınca da bu imkan doğuyor. Her hafta orada olduğum için sorun yok çünkü ziyaretçi değilim. İstediğim her şeyi çalabiliyorum. Bu benim için çok büyük bir şans.

SG-Hayatın yaratıcı yönünde birçok iş dalında çalıştınız. Bu sizi ve performanslarınızı nasıl etkiledi?

CR-7 yıl sanat okulunda okudum. Aslında ressam olmak istiyordum. Üzerinden yıllar geçti ve şimdi düşünüyorum, sanat okuluna gitmek birinin yaşayabileceği en güzel deneyimlerden biri. Londra’da gittiğim okullar da kendi çaplarında dünyanın en iyileri arasında ve bu sebeple çok şanslıyım. Sanat okuluna gitmek sanatçı olacağınız anlamına gelmiyor. Sanatçı olmak bana uygun değildi. Eğitiminiz bakış açınızı değiştiriyor ve bu hayatınızı etkiliyor. Müziğimi de etkiledi elbette.

SG-Her hafta farklı odalarda farklı saatlerde çaldığınızı düşünürsek bence yaratıcılık bu noktada etkili oluyordur.

CR-Kesinlikle. Bakış açısının etkisini o zaman fark ediyorum. Sanırım eğitim ellerimden çok kulaklarıma faydalı oldu.

SG-Londra’nın Fabric’ten önce tamamen “İngiliz” stili bir gece hayatı vardı. Fabric bunu minimalist bakış açısıyla ciddi ölçüde değiştirdi. Bu farklı yolu seçmenizin bir sebebi var mı?

CR-Açıkçası temel sebep plak çantamdı. Çaldığım plaklar beni etkiledi ve insanlara farklı bir müziği iletmek istedim. Daha sonra bu plaklar tüm dünyada çalınmaya başladı. Birçok İngiliz DJ vardı ve onlarla çalışmak da doğaldı fakat biz daha çok küresel bir çizgide ilerlemek istedik. Bu müzik hem Avrupa’da, hem Amerika’da var, hatta tüm dünyada var. Bu sevdiğimiz müzikti ve hiçbir plan üzerine oturmadı. Fabric’in sahibi müziksever biri ve güçlü bir vizyonu var. Biz ne olmak istemediğimizi çok iyi biliyorduk. Buradan yola başladık. İngiltere’de gölgede olan bir müziği ortaya çıkardık ve daha önce ortada olan müzikler şimdi gölgede ve böyle olması daha iyi bana göre. Onlar çok başarılıydı ama en iyi aktörler Oskar’ı almıyor. Biz sadece farklı bir yöne ışık tuttuk.

SG-Birçok kişiye göre ki bu gruba ben de dahilim, minimal müzik optimal bir yapıya sahip. En az şeyden maksimumu elde etmek. Sizin minimal müzik hakkında düşünceleriniz neler?

CR-Minimal gerçekten çok önemli bir müzik türü. Bu konudaki tek endişem şu anda trend olması. İnsanlar bundan ne istediklerini şekillendirdikçe bu onların bir parçası haline geliyor. Bence zıtlar birleşince çok daha güzel oluyor. Yumuşak ve sert, sakin ve yoğun. Bence insanlar tüm müziklerin farkında olmalılar ve şu anda minimal çok popüler bir halde. Aslında her şey neyin minimal olduğunda yatıyor. Brian Eno minimal, Philip Glass minimal, minimal caz var. Herkesin minimale bir bakış açısı var. Bu giyim tarzıyla, evinizi döşemenizle bile alakalı.

SG-Müzikte “moda” olarak adlandırılan bir olgu var. Müzikte modayı nasıl açıklarsınız? “Moda” kavramı müziğin genelini nasıl etkiliyor?

CR-Moda minimal. Tabii şaka bir yana insanların bazı şeyleri yakalaması bir zaman alıyor. Öncüler ve takipçiler var. İnsanlar farklı safhalarda müziği yakalıyor. Bu elbette doğal. Defilelerde görülen kıyafetler sonra insanların giyebileceği seviyeye uyarlanıyor. Bu da onun gibi. Modadan uzak kalabilirsiniz ama onun gücünü yadsıyamazsınız. Eskiden minimal çaldığımda bana gelip “bu müzik çok sıkıcı” diyen insanlar şimdi elleri havada bu müzikte eğleniyorlar. Plaklar ise hala aynı. İnsanların ne olduğunu anlamaları biraz zaman alıyor. Ve şimdi bir sonraki aşamayı bekliyorlar.

SG-Biz de bir sonraki aşamayı bekliyoruz. Çok teşekkür ederim. Umarım geceniz de güzel geçer.

CR-Ben teşekkür ederim. Gece güzel geçecek eminim.

24.9.06

Sven Vath Roportaji (18.11.2005)

Trendsetter dergisinin Noize ekinde Ocak 2006 sayisinda (Sayi:45) yayinlanan Sven Vath'le yaptigim roportaj. Iyi okumalar.


Sven Vath’ten bahsetmek gerçekten zor çünkü elektronik müzik dünyasında 20 yılı aşan bir kahraman o. 18 Kasım Cuma akşamı bizlerle olan ve gerçekten tadına doyulmayacak bir gece yaşatan Sven Vath ile performansı öncesinde sohbet etme imkanı bulduk.

SG – Tekrar hoşgeldiniz. Sizi yeniden İstanbul’da görmek çok güzel. Uzatmak isterdim ama hemen konuya gireceğim. Albümlerinizin prodüksiyonunda özellikle Alter Ego, Anthony Rother ve Johannes Heil gibi isimlerle çalıştınız. Bunun belirli bir sebebi var mı?

SV – Burada olmaktan ben de çok mutluyum. Teşekkür ederim. Sorunuza dönelim. Ben Frankfurt’tanım. Onlar da 90’lı yıllarda benim Omen adlı kulübümün çok önemli isimleriydiler. Chris Liebing, Pascal FEOS, DJ Ata ve hatta DJ Hell ile de o dönemde çok güzel partiler yaşadık. Bunun sebebi olarak da bu insanlarla çalıştım. Sanırım müzikal olarak özellikle Frankfurt’ta ve çevresindeki bölgelerde birçok insanı etkiledim. O insanlar da müzik yapmaya başladı. Bu saydığın 3 isimle de çok iyi ilişkilerim vardı ve bu yüzden de benimle prodüksiyon yapmalarını istedim.

SG – Electro-house, minimal-electro ve benzeri birçok tür çıkıyor sürekli. Sizce bu tarz tanımlamalar insanların işini zorlaştırmıyor mu? Etrafta çok fazla “tür” türemedi mi?

SV – Her zaman bu problem var. Stilinizi ortaya koyduğunuz zaman illaki size bir isim takıyorlar. Bana sorarsanız ben techno-house müziğini temsil ediyorum eğer böyle bir tür varsa. Yoksa da benim için öyle. Ama aslında elektro, minimal, trance ve tribal tınıları da sürekli bu yapıya katıyorum. Yaptığım müzikte aslında birçok element var. Bana göre müziğimi tam anlamıyla isimlendirerek kısıtlamak haksızlık gibi geliyor. Hatta müziğe de saygısızlık. Genel olarak avant-garde yapısı olan elektronik dans müziği yapıyorum diyebilirim. Yaptığım pek de genele yönelik olmuyor.

SG – 40 yaşınıza girdiniz.

SV – Aslında 41 ama yuvarlıyorum.

SG – Pardon o zaman. Şimdi biraz da yeni kulübünüzden bahsetmek istiyorum. Türkiye’den böyle gelişmeleri takip etmek kolay olmuyor. Bize biraz kulübünüzü anlatır mısınız?

SV – Mutlaka web sitesini görmeniz gerekir. http://www.cocoonclub.net. Burada birçok resim var ve kulübün neye benzediği hakkında fikir sahibi olabilirler. Kulübün temelindeki felsefe ve fikirler o kadar karmaşık ki size bunu iki üç cümlede anlatamam fakat benim ve ortaklarımın beklentileri çok yüksek ve proje için 3 yılımızı harcadık. Bence bu kulüp gelecekte bir kulübün taşıması gereken nosyon ve özellikleri ortaya koyuyor. Restoranlar, güzel yemekler, dinlenme alanları, oturma bölümleri, güzel bir bar, düzgün ve temiz bir ses sistemi kurduk. Detaylara çok önem verdik. Tasarım elbette hayati bir nokta. Frankfurt’taki Cocoon Club tamamen kalite izlenimi veriyor ve tüm kulüp kültürü açısından da bir vizyonu temsil ediyor. Bence insanlar ancak oraya gidip tecrübe ettikten sonra anlayabilirler.

SG – Şimdi de daha genel bir soru. Türkiye’de sizin gibi önemli bir DJ’e bunu sormak için bekleyenler vardır. DJlikte önem verdiğiniz şeyler neler?

SV – Bence her zaman en temel nokta kalbinizi vermeniz. Eğer müziğe kalbinizi veriyorsanız, onu tüm ruhunuzla seviyor ve daha fazlasını istiyorsanız o zaman zaten müzik de size kollarını açacaktır. Ben de bu şekilde başladım. Küçüklüğümden beri dans müziğini seviyordum ve daha sonra annemin de desteğiyle DJliğe başladım.

SG – Ailenizin kulübünde değil mi?

SV – Evet. Ailemin kulübüydü. Orada başladım ve bir süre sonra başka yerlerde çalmaya, teklifler almaya başladım. Müziği o kadar seviyordum ki bu beni apayrı bir dünyaya götürdü. Kendimi bulutların üzerinde hissediyordum. Hayatım boyunca en çok isteyeceğim şeyi yapıyordum ve üzerine de para veriyorlardı. Daha sonra bu işin içine girdikçe daha da içine girmek istedim ve prodüksiyonlara başladım. Müziğe yön vermeye çalıştım ve sanırım bunda biraz başarılı da oldum. Ama şunu unutmamak gerekiyor. Ibiza’nın benim için büyük önemi var. O ada enerji dolu, güçlü ve rengarenk. 1960’larda oraya büyük partiler için gidenlerin ruhu hala orada. Ben de o ruhu takip ettim. Benim için ruh en önemli şey ve insan kendine dürüst oldukça, içindeki ruhu takip ettikçe başarılı olur. Aklıma geldi de 1989’da Çeşme Festivali’ne geldim o zamanki The Off adlı grubumla. O zamanlar bir popstardım. Şimdi bulunduğum yere bak.

SG – Ibiza’dan bahsettiniz ve müziğinize olan etkisinden. Peki ya New York veya Detroit? Biri parti konusunda çok etkindi ve diğeri de prodüksiyon merkezi konumundaydı.

SV – House müzik 1980’in başlarında ortaya çıktığında takip ettim. Soul, elektronik ve disko tarzlarının etkisini fark ettim. Daha sonra Chicago ve Detroit ile devam etti bu farkındalık. Bunları Ibiza’da ve Frankfurt’ta dinlediğimde ve insanları dans ederken gördüğümde etkilendim. Sonrasında elimizde bulunan Kraftwerk gibi daha endüstriyel, saf elektronik müzikle bunu birleştirdiğimde ortaya herkesi etkileyen bir tarz çıktı. Daha sonra o tarzlar da bundan etkilendi. Ancak şu anda görülen önemli bir nokta var. Detroit artık son evrelerinde. Carl Craig, Derrick May, Stacey Pullen ve birkaç DJ hala aynı çizgide devam ettirmeye çalışıyor ama sınırlar çizildi.

Ibiza’ya geri dönecek olursak benim için gerçekten ayrı bir yeri var. Eğlenmek için insanlar oraya gidiyor ve eğleniyorlar. Oradaki kulüpler ve insanlar da bunun farkında. Buna göre bir çalışma var her yönden. Bu Avrupa’nın çok az yerinde var.

SG – İstanbul’a birçok geldiniz ve elektronik müziğin ve dinleyicilerin devinimine de şahit oldunuz. Bu konudaki fikirlerinizi alabilir miyim? İstanbul nereye koşuyor?

SV – İstanbul bana göre çok özel bir şehir. Güzelliğini bir kenara bırakıp müziğe dönecek olursak da Avrupa’ya nazaran çok farklı bir müzikal altyapıya sahip. Bu da aslında bir bakıma güzel bir nokta. Yine de elektronik müzik açısından bakacak olursak Avrupa ve Amerika menşeili olduğundan Türk kültürüne farklı bir duruşu var. Bu sebeple de geriden takip ediyor. Ancak çok hızlı bir gelişme var. Prodüksiyon bakımından hala katedilecek çok yol var. Buradaki stüdyo çalışmalarını bilmiyorum ancak açıkçası pek Türk prodüktörün adını duyduğumu söyleyemem. Bence kendi kültürünüzün etkilerini elektronik müzikle birleştirirseniz çok özgün bir yapıya kavuşabilirsiniz. Ancak bu zaman alır. Çok fazla deneme yapılması gerekir. Yine de ben çok olumluyum Türkiye açısından. Belki Avrupa Birliği’ne girmek size bir itici güç olabilir.

SG – Bize zaman ayırdığınız, fikirlerinizi ve tecrübelerinizi paylaştığınız için çok teşekkür ederim. 41 yaşındasınız ve hala dünyayı değiştirmeye çalışıyorsunuz. Bu konuda örnek alınması gereken insanlardan birisiniz ve umarım sizden öğreneceğimiz şeyleri bize sunmaya devam edersiniz.

5.9.06

RNC 2006 - Akilda Kalanlar

Organizasyonu onceki senelere oranla cok basarili buldugumu soylemeliyim. Ne kart sirasinda maymun olmak vardi, ne tuvalet sirasinda. Otopark konusunda da yapilacak seyler sinirli cunku sonuc olarak yilda sadece 1 kez bu derece islevsellesen bir yol ve bir alandan bahsediyoruz.

Line up'a gelince gecen senelere gore daha hafif kaldigi soylenebilir ancak yine de oldukca guzeldi. Ozellikle Burn sahnesinde fazla goz onunde olmayan gruplar vardi ve performanslariyla goz doldurdular ki birazdan ona gelecegim.

Oncelikle ana sahneden baslayalim. Gogol Bordello kesinlikle kendini Turk dinleyicisine cok iyi tanitti. Eglenceli, basarili ve insani saran bir performans ile dikkat cekti demek hafif kalir. Bence en vurucu birkac performanstan biriydi.

Performansini oldum olasi sevmedigim ve her zaman sadece album yapmakla yetinmesini istedigim Sebnem Ferah duygusallik ruzgari estirdi.

Gelelim Cumartesi gecesinin parlayan yildizina. Muse daha once inceledigim yeni albumleriyle bezedikleri ve eski albumlerinden parcalarla destekledikleri performanslariyla agzimi acik birakti. Rock festivaline fazlasiyla yakisan bir grup ve bunu her sekilde kanitladilar. Imkanlar dahilinde gorselleriyle ve minyatur sovlariyla yaptiklari hayran birakan muzigin yanina bircok arti koydular. Konser sebebiyle Sony Mp3 playerimda fildir fildir dinliyorum albumlerini.

Pazar gunu ana sahne Duman'la hareketlendi. Daha sonra ana sahneye ara verdigim icin The Editors'i dinleyemedim ama Placebo klasik bir performans sergiledi. Cok guzel parcalari var ve bunlari caldilar. Yeni album olmadigi icin Creamfields festivalinden cok farkli bir sey bulamadim. Meds'le de aram cok barisik degildi zaten.

Placebo'nun bitisiyle ana sahneden aklimda once Muse, sonra da yeni ilgi alanim Gogol Bordello kaldi.

Burn sahnesine gelince Cumartesi gunu Rocktronica ile cok guzel basladi. Mete (Sytle-IST) ve Murat Abbas'i (Mabbas) performanslarindan dolayi kucak dolusu tebrik ediyorum. Ortama isinmaya calisirken firsat kolluyordum ve bir anda firsat kucagima geldi. Sonradan The Glimmers geldi ancak ses sisteminde sebebini anlayamadigimiz bir alcaklik vardi. Kisik seste bir turlu moda giremedik. Ogrendigim kadariyla monitorlerdeki sesin tizligi ve yuksekligi sebebiyle DJ kabininden de disaridaki ses seviyesini anlamanin imkani yokmus. Ne yapalim kader dedik basimizi one egdik.

Pazar gunu ise Tiga'nin gelemeyecek olmasinin verdigi huzun vardi bir nebze Burn sahnesinde. Headman once bunu sallamaya basladi. Tomas Andersson'dan Copy Cat'i caldiginda aman tanrim dedim icimden ve arkasindan iyiden iyiye costu. Headman'i buyuk zevkle dinlerken Hyper Live'in geciktigini gormek beni kuskulandirdi ama yaklasik 10 dakikalik gecikmeyle cikti Hyper Live sahneye.

Hyper Live, temel olarak Hyper ve Prodigy'den tanidigimiz Leeroy Thornhill'den olusuyor. Ama ancak bu kadar olusabilir. Agzimi acik birakan, inanilmaz bir performans. O anda The Editors'a gitmek aklimin en uzak kosesinden dahi gecmedi. Bu kadar eglendigim icin ne kadar mutlu oldum anlatamam. Terlemeden festival kapamak ugursuzluktur sozunden kurtulmus olmanin verdigi rahatlikla zipladikca zipladim.

Sunu soylemek gerekir ki Live setup'ta ve parcalarda Leeroy'un etkisi ciddi bicimde gorunuyor. Eski Prodigy tarzindan esintiler var Hyper dokunusuyla birlikte. Leeroy vokallerde cok basarili. Ozellikle aksak ritmlerin mucizevi enerjisini cok iyi kullanmislar. Leeroy'un kendine ozgu dansi ve sahne performansiyla birlesince durup izlemek imkansiz bir hal aliyor.

Placebo gaziyla ne yazikki Hyper'in DJ setini dinleyemedim ama uzaktan duydugum kadariyla Krafty Kuts ve Tim Deluxe'in Funk Phenomenon'i gibi bircok parca caldi ve herkesi cok eglendirmistir.

Genelinde parmak futbol oynadigim, kamikazeye bindigim, elimden geldigince tadini cikarmaya calistigim bir festival oldu. Bazi dedikodular dolasiyor ve umarim gercek degildir ve RNC ayni sekilde devam eder. Gencler icin elle tutulur en onemli muzikal organizasyon olma ozelligini kaybetmemesni dilerim. Bu sene emegi gecen herkese tesekkurler.

Sühan Gürer

29.8.06

Johannes Heil Röportajı

Trendsetter'da yayimlanan Indigo'da yaptığı performans sonrası Johannes Heil ile yaptığım röportaj:

Elektronik müzik konu olduğunda, özellikle de söz elektro ve tekno türlerine geldiğinde adından mutlaka söz edilen insanlardan biri Johannes Heil. Bugüne kadar Türkiye’ye gelmemiş olması bir kayıptı ancak 14 Ekim 2005 gecesi tüm bu kayıp zamanı telafi etmeye çalıştı. Performans sonrası da çok sıcak bir sohbet eşliğinde sorularımızı yanıtladı.

SG - Öncelikle Türkiye’ye ilk defa geldiğin ve bize zevkli dakikalar yaşattığın için teşekkürler. Şimdi bu yağdan sonra sorumuza geçelim. İnsanlardaki genel kanı Tekno’nun “güm güm güm”lerden oluşan sert bir müzik olduğu yönünde. Bu konudaki fikirlerin neler?

JH – Bu aslında seks “güm güm güm” demekle aynı şey. Tamamen yanlış. Bu insanların sadece ne görmek istedikleriyle alakalı. Açıkçası gerçekle alakası bile yok. Sekste nasıl aşk varsa bunda da var. Olayı böyle basite indirgemek bence çok komik. Böyle söyleyenler gerçekten bir şey bilmiyorlar. Herhalde güzel bir tekno parçasını hiç dinlememişler.

SG – Diğer soruya geçelim. Birçok eleştirmene göre Tekno’nun devri kapandı ve bundan sonrası yok. Sence Tekno gerçekten döngüsünü tamamladı mı yoksa döneceği daha başka noktalar var mı?

JH – Bence Tekno daha bitmedi. Bunu söyleyen bazı insanlar eskisi kadar kazanamadıkları için söylüyor olabilirler, bu doğru. Eğer Tekno’ya bu şekilde bakıyorlarsa bitmiş olabilir. Müzikal açıdan bitmedi ve bitmeyecek. Eğer Missy Elliot’ı veya Neptunes’u dinlerseniz, oradaki Elektro ve Tekno tarzlarının ciddi etkisini görebilirsiniz. O kadar çok şey oluyor ki, bir sonraki adımı kestirmek zor. Bazı insanların Tekno’yu canlı görmesi için Puff Daddy tarzı ile birleşmesi gerekiyor.

SG – Birçok kişiye göre “Future Primitive” albümü ile “Reality To Midi” ve “Illuminati” arasındaki müzikal boşluğu doldurmuşsun. Bu konudaki fikirlerin neler?

JH – Bu aslında benim 80’ler konseptine ilgi duymamla başladı. Kendimi küçükken Samatha Fox dinlerken hatırlıyorum. O dönemdeki sesler ve melodiler insana bir hafiflik hissi verirdi. Ben bu 80’ler konseptinin üzerine bir şeyler yapmak istedim. Bunu yaratacağım parçalar için bir platform haline getirdim. Aslında benim için üç albümü yaparken de bir farklılık yoktu. Resimdeki tek farklılık kullandığım renkler. Gerisi zaten yaptığım şeyler.

SG – Parçalarından bir çoğunu insan psikolojisiyle ve dünyanın gidişatıyla ilgili tanımlamalarla isimlendirdin. Bunun sebebi nedir?

JH – Dünya uzun bir süredir materyalist bir dönem içerisinde. Bana göre bu hayvanlık dönemi. İnsanlıkla hiçbir alakası yok. Çevremizdekilerin bazıları gerçekten insan ama insan olmayanlar çoğunlukta. Çoğu için en önemli şey daha çok güç elde etmek. Diğer insanların beynini esir alıyorlar. Bunu politikayla ve dinle yapıyorlar ve özgürlükleri ellerinden alınıyor. Herkesin beyni yıkanıyor. Televizyonu açtığınızda beyninizi yıkamaya başlıyor. Eğer bunun bir adım ötesine geçip neler olduğunu düşünmelisiniz. Örneğin 11 Eylül’den sonra birçok kişi bu İslami terör ortaya çıktı demeye başladı. Bu tamamen saçmalık. Bu çok uzun zamandır vardı ama sadece ucu onlara dokununca fark ettiler. Bu aslında insanların değil politikanın bir sorunu. Bir güç savaşı. Jimi Hendrix’in dediği gibi, eğer aşkın gücü, güç aşkına üstün gelirse, insanlık özgürlüğe ulaşır. İnsan kendisine karşı dürüst olmalı. Her şey kendinde başlar. Doğu mistisizminde de bu böyle. İnsanların düşünmesi gerekiyor. Bu hayat onlara verilen bir hayat mı yoksa bunu kendileri mi seçtiler. Ailem elektronik mühendisi olmamı istiyordu ama öyle olsaydım üzgün bir hayatım olurdu. Her şeyi, dini, politikayı boşverin. Aşkın gücüne inanın.

SG – Son albümün Anthony Rother’ın Datapunk plak şirketinden çıktı. Bu Kanzleramt dışında bir başka plak şirketinden çıkan ilk albümündü. Bunun özel bir sebebi var mı? Anthony Rother’ın bir etkisi oldu mu?

JH – Anthony Rother çok uzun süredir benim dostum. Prodüktörlüğe başlamadan 2-3 yıl önce arkadaş olmuştuk. Anthony benden daha önce başladı ve o bana yaptığım işte yalnız olmadığımı hissettiren çok önemli bir insan. Teklif aslında ondan geldi. Plak şirketinden bahsettiğinde bir albüm yapmak ister misin dedi ve onu kıramazdım. Kendimi tekrarlamak da istemiyordum ve bu sebeple Kanzleramt sayfasını da kapatmıştım. Kanzleramt benden kendi tarzlarına uygun bir şeyler bekliyor ve ben sınırları aşmak istiyorum. Beklenmeyeni sunabilmek daha önemli. Zaten bu albüm Kanzleramt’tan da çıkamazdı çünkü onlar tamamen Detroit’e yönelikler ve albüm çok farklı bir yapıda.

SG – Heil ve Rother karşılaştırması hakkında ne diyorsun? Sizin dost olduğunuzu biliyoruz ancak müzikal açıdan böyle bir karşılaştırma var. Fikirlerin neler?

JH – Bize göre böyle bir şey yok. Ancak bunun olmasını da doğal karşılıyoruz. Sonuçta ikimiz de elimizden geleni yapıyoruz ve genel kanı başarılı olduğumuz yönünde. Bu da karşılaştırmayı getiriyor.

SG – Anthony Rother hakkında neler düşünüyorsun? Onu “Kraftwerk’in varisi” olarak adlandırdıkları düşünüldüğünde sencen bu ne kadar doğru?

JH – Doğrusu Anthony Rother benim bu endüstride gördüğüm en yetenekli prodüktörlerden biri. Tek başına yaptığı işleri birçok kişi bir araya gelip yapamıyor. Kraftwerk konusunda gelince de onların Rother’ı sevmediğini biliyorum.

SG – Evet buraya geldiklerinde grup elemanlarıyla görüşme imkanım oldu ve Rother’dan pek övgüyle söz etmediler.

JH – Doğru bunu birkaç kez ben de duydum. Bence bunun temel sebebi onların döneminin geçiyor olması ya da Rother’ın onların 4 kişi yaptığından çok daha iyisini tek başına yapıyor olması. Gerçekten Rother apayrı bir yetenek. Son albümü “Art Is A Technology”’den söz etmeye gerek bile yok. Jean Michelle Jarre’dan beri dinlediğim en başarılı kompozisyonlardan biri.

SG – İstanbul’a gelip bize seni tanıma fırsatı verdiğin için çok teşekkürler. Son eklemek istediğin bir şey var mı?

JH – İstanbul’a gelmeden önce çok saçma şeyler vardı aklımda. Daha doğrusu şimdi saçma olduklarını gördüm. Muhteşem bir kent ve eğer bir dahaki sefere ayarlama imkanım olursa daha uzun süreli kalmayı çok isterim.

10/2005

18.8.06

Muslimgauze - Elektronik Müziğin İslami Yüzü

2005'te Trendsetter dergisinin Noize eki için yazdığım bir inceleme yazısı. Muslimgauze'un bu yazıdan sonra bir albümü daha çıktı Manchester camii'ndeki canlı bir performansının master edilmesiyle. Iyi okumalar.

Asıl adı Bryn Jones ancak ilk bakıldığında Muslimgauze adının Müslüm Gürses’e olan benzerliğiyle dikkat çekiyor. Albüm üretkenliği konusunda da Müslüm Gürses’le ortak yönleri var, hatta biraz nebze geçiyor da. Muslimgauze’un ilginçliği bununla da bitmiyor. Muslimgauze katı bir müslüman olmamasına ve ortadoğuya hiç gitmemiş olmasına rağmen, Filistin Kurtuluş Örgütü’ne ciddi destek verdi ve bu gerek müziğine ve gerek prodüksiyonlarının isimlerine açık şekilde yansıdı. Zaten Muslimgauze projesinin kuruluşu da İsrail’in Lübnan’ı işgal edişine (1982) dayanıyor. Ancak asıl önemli olan Muslimgauze’un elektronik müzik açısından etkisi elbette.

1961-1999 yılları arasında yaşayan ve prodüksiyon yaşantısı 21 yaşında başlayan Muslimgauze 17 yılda 120’den fazla albüm ve 60’tan fazla plak bıraktı. Hala çalıştığı plak şirketi Staalplatt’tan bıraktığı çalışmalarını içeren yeni albümler çıkıyor. Eski albümlerinin yeniden basımları ise diğer bütün albümler gibi 500-1000’erlik seriler halinde basıldığından bulunması imkansız bir hal alıyor.

Muslimgauze’u yılda yaklaşık 7 albüm üretmeye iten elbette ki müzikal dehasının yanında matematiksel yeteneği ve politik görüşü. Albümlerinin her birinin bir politik fikre ya da tarihsel bir kanıta dayandığını söylüyor bir röportajında. Fatah Guerilla, The Rape Of Palestine, United States of Islam, Vote Hezbullah, Hebron Massacre ve Izlamaphobia gibi birçok özgün isimli albüme sahip ancak özgünlük sadece albümlerin isimlerinde değil.

Tabla gibi birçok etnik vurmalı ve üflemeli müzik aletinin elektronik müzikle tanışması Muslimgauze sayesinde oldu. Görüş açısından Ortadoğu’ya ve Arap dünyasına olan ilgisinin temel bir göstergesi olan bu ikili iletişim, sonraki dönemde Rootsman, Tabla Beat Science ve Talvin Singh gibi önemli isimlere örnek oldu.

Müzikal açıdan prodüksiyonlarının çoğunda deneysel bir tarzı benimseyen Muslimgauze’un müziğini tanımlamak oldukça zor. Ambient, endüstriyel, minimal, dub, breakbeat ve idm gibi birçok türde eserleri var. Bunun sebebi de Muslimgauze’un türlere bağımlı olarak üretkenliğini yönlendirmekten ziyade hayata, okuduklarına, gördüklerine ve düşündüklerine dayanarak müzik yapması. Sample kullanımı, daha ziyade Muslimgauze’da bu kayıt parçaları oluyor, oldukça yoğun. Vokallere gelince, tüm sözlerin içeriksel bir etkinliği var ancak ritm ve melodi açısından da bir bütünün parçaları olarak işlenmişler. Çok sesli vuruşların ve sakin bir elektronik altyapının hakim olduğu şarkılarının genelinde her zaman bir hikaye ya da fikri anlatmaya çalıştığından birçok noktada (Hikayenin önemli bir noktasında) da vuruşları ünlem olarak kullandığı hissini dinleyene açıkça aktarıyor.

Muslimgauze’un bir diğer özelliği ise kışkırtıcı albüm kapakları. Betrayal (İhanet) albümünün kapağında Yaser Arafat ile İzhak Rabin’in barış görüşmeleri sırasında el sıkışırken çekilen resmi var. Yazı ise Yaser Arafat’in elinin üzerinde.

Sayısı 120’yi aşan albüm ve plaklarını incelemek için kitap çıkarmak gerekeceğinden hiç o konuya girmeyeceğim ancak kendimce size bir fikir verebilecek bir en iyi 10 albüm sıralaması yaptım, umarım faydalı olur. Albümlerini edinme imkanı kısıtlı olduğundan internet bu konudaki tek kaynak olarak önümüzde duruyor.

Muslimgauze adı fazla bilinmeyen ancak elektronik müziğin gelişiminde önemli rol oynayan kişilerden biri. Özgün kişiliği ve bunun eserlerine olan etkisi gerçekten onu dikkatlice incelenmesi gereken biri haline getiriyor. Diğer birçok ünlü müzisyen gibi genç yaşta kanındaki bir bakteriden ölmüş olması ise çok önemli bir kayıp. Kalan eserlerini dinleyip ondan bir miktar da olsa ilham almamız gerekiyor.

En iyi 10 albümü:

1) City of Djinn (Rootsman’le birlikte)
2) Dome of The Rock
3) Ayetollah Dollar
4) Chapter of Purity
5) Kashmiri Queens
6) Citadel
7) Box of Silk and Dogs
8) Baghdad
9) Vote Hezbullah
10) Izlamaphobia

Sühan Gürer