31.7.07

Manteca - Tremendo Boogaloo (Freestyle, 2007)

Manteca, vokalist Martha Acosta ve bas gitarist Don Fiora (Javier Fioramonti)'dan oluşan Kolombiya asıllı bir grup. Edinburgh festivalindeki bir performans için bir araya gelen ikili o zaman bu grubun temellerini atmışlar. Konserlerindeki parti havası sebebiyle de Latin Funk Jazz konusunda her zaman aranan isim olmuşlar.

Martha grupta sürücü koltuğunda ve parçaları yazıp besteliyor. Salsa'ya biraz daha geniş bir açıyla bakıyor ve sınırlamalarına pek aldırmıyor. Modern müzik anlayışında onun bu tarzı çok daha beğeni kazanıyor. Böylece de ortaya bir Manteca fırtınası çıkıyor.

Açıkçası albümü dinlemek yürek gerektiriyor. Bu denli hareketli, eğlenceli ve insanı dans etmeye dürten bir albümü oturarak dinlemek imkansız gibi. Şahsen albümü ancak bir hayli dinledikten sonra oturup yazabildim şunları. Albümün tamamı bir parti edasında devam ediyor. Latin dünyasının tüm enerjisini başarıyla yansıtmış albüm.

Genel olarak salsa etkisi görülüyor. Ancak gerek melodisel, gerekse yapısal bakımdan çok daha özgür bir tavırla ele alınmış salsa. Bu da modernizm katıyor albüme. Uyarıyorum, normal bir salsa albümü dinlemeyeceksiniz. Ama salsa yapmayı biliyorsanız, aynı zevki bundan da alabilirsiniz. Hatta daha fazlasını.

Yaz için ideal bir albüm. İKSV caz festivali kapsamında Ayhan Sicimoğlu & Latino All Stars'ı dinledikten sonra aynı heyecanı artırarak devam eden bu albüm bana ilaç gibi geldi. Güney Amerika hayranı olanlar veya merak edenler için biçilmiş kaftan. Tam size göre. 2 adet MP3 örneğini de aşağıda veriyorum. Beğenmeyenler iade etsin.

Beğendiğim çalışma yok. Delisi olduğum çalışmalar var. Hem de hepsi. Çekinmeden söylüyorum. Çok mu abarttım acaba? Sanmam. Bir dinleyin ona göre konuşuruz.

MP3: Manteca - De Todo
MP3: Manteca - Fuedo

Martha Candela @ MySpace

30.7.07

Christian Fennesz & Ryuichi Sakamoto - Cendre (Commmons, 2007)

İki isim. İki devasa isim. Gitarda Christian Fennesz, piyanoda Ryuichi Sakamoto. Elektronik altyapılarda ikisi de çalışmış. Bize yeni bir okyanus yaratmışlar. Üzerinde rüzgarın tam kıvamında estiği, güneşin suyu pırıl pırıl parlattığı, her şeyin güzel olduğu bir okyanus. Yunusları bile görüyoruz zaman zaman.

Christian Fennesz geçen sene ülkemizde Babylon'da performans sergiledi. Nota denizinin hakimlerinden biri olan bu yeteneğin konserine Misak Tunçboyacı ile birlitke gitmiştik ve hayran kalmıştık bir kez daha. Ryuichi Sakamoto ise Japonya'dan çıkan Kitaro benzeri çok yönlü bir sanatçı. David Sylvian'la sayısız çalışma yaptı ve 1978'de çıkardığı ilk albümden beri hala gündem yaratmaya devam ediyor.

Bu iki büyük yeteneğin buluşmasının da büyük olması beklenir haliyle. Birçok türde çalışmalar yapan ve Japonya'da çok fazla sayıda sanatçıya destek veren Sakamoto bu sefer kendisine dişli bir eş bulmuşa benziyor. Fennesz'in bir özelliği de daha önce bu sayfalarda yer bulan Otomo Yoshihide ile birlikte de çalışmış olması.

Albüm gerek gitar, gerekse piyano melodileri açısından çok güzel. Muhteşem bir dinginlik veriyor. Alttaki elektronik yapı ise bize gerçekten denizin üzerinde seyreden bir bottaymışız hissi veriyor. Albüm bize değişmeyenin değişiklik olduğu bir dünyada farklı bir ortam yaratıyor kendi kendine. Bizim yapmamız gereken ise sadece oturup dinlemek. Gözleri kapamak zaten kendinden gelen bir şey. Nasıl yazdığımı ise hiç sormayın.

Temelde geniş ve uzaysı melodiler mevcut. Sakamoto piyanoda, Fennesz ise gitarda bu altyapının üzerine tamamen doğaçlama olarak notaları gezdiriyorlar. Bunun etkisi de doğrudan hissediliyor. Zaman zaman ürken piyano gitarla korkusunun üzerinden geliyor. Benzerini piyano gitar için yapıyor.

Albümde dikkatimi çeken parçalar diyerek hiçbir haksızlığa girişmeyeceğim. Albümü baştan sona dinlemek bence en güzeli. Şimdiden uyarayım, cep telefonunuzun sesini kısın, kendinize rahat bir ortam hazırlayın ve oturun dinleyin.

Christian Fennesz'in resmi sitesi
Christian Fennesz @ MySpace
Ryuichi Sakamoto'nun resmi sitesi

29.7.07

Von Südenfed - Tromatic Reflexxions (Domino, 2007)

Son dönemin yükselen elektronik müzik türevlerinden biri olan elektro rock yeni bir isme kavuştu Mayıs ayında. Bu isim Von Südenfed. Andi Toma, Jan St. Werner ve Mark E. Smith'den oluşan grup Mayıs ayının ortasında "Fledermaus Can't Get It" adlı bir single yayınladılar ve endüstriyel rock etkili elektro rock tarzlarıyla dikkat çektiler. Bunu 3 hafta sonra ilk albümler "Tromatic Reflexxions" izledi.

Aslında gruptaki iki kişi bize yabancı değil. Andi Toma ve Jan St. Werner aynı zamanda ülkemize de IKSV Phonem Festivali kapsamında gelen Mouse On Mars grubunu oluşturuyorlar. Mouse On Mars'ı seven ve buradaki performanslarına bayılan biri olarak bu grubu ilk duyduğumda da oldukça olumlu bir beklenti içine girdim. Bu arada grubun 3. elemanı Mark E. Smith ise efsanevi post punk grubu The Fall'un efsanevi elemanı. Öyle efsane ki NME tarafından müzikal deha olarak nitelendirilmiş ve ödül almış biri. Yani grubu daha açık tanımlamak gerekirse Mouse On Mars + Mark E. Smith.

Albüme gelince. Albüm elektro rock havasında. Endüstriyel öğelerin yanında Mouse On Mars'tan bildiğimiz hip hop vari funk edalı vuruşlar da var. Bu tür yaklaşımlar ise albümü gayet eğlenceli bir hale getirmiş. Aslında elektro zaman zaman abstrakt noktasına yaklaşıyor ancak parçaların genel yapısı itibariyle hiçbir rahatsızlık vermiyor bu. Birçok noktada LCD Soundsystem'ı andırıyor grup. Zaten Mark E. Smith de LCD Soundsystem'ı ilk dinlediğinde sevdiğim müzik işte bu demiş. Bu etkileşimin yoğunluğu da buradan geliyor herhalde.

Grubun ensütriyele bakış açısı zaman zaman Nine Inch Nails tadı veriyor. Bunun yanında ses kesiti kullanımı ise Mouse On Mars tarafından gelen bir özellik. Üzerine elektro yapıyı da koyduğumuzda oldukça keskin ve sert bir tarz ortaya çıkıyor. Bu tarzı insanlara uygun şekilde sunmak ise vuruşların olaya girişiyle mümkün oluyor. Açıkçası birçok açıdan vuruşların bu grubun başarısındaki temel nokta olduğu söylenebilir.

Vuruşların yapısı genel olarak aksak. Örneğin "Flooded"'da breakbeat tarzı bir havayla başlayıp daha sonradan big beat'e dönüyor. Buna karşın "Serious Brainskin"'de doğrudan IDM başlıyor ve öyle devam ediyor. "The Young, The Faceless, And The Codes"'da ise melodiyle birlikte acid disko havasını uygun bir şekilde veriyor geride kalarak.

Albümde dikkat çeken çalışmalar:

1) Fledermaus Can't Get Enough
3) Flooded
4) Family Feud
6) Speech Contamination/German Fear Of Osterreich
7) The Young, The Faceless, And The Codes
9) Chicken Laiamas

MP3: Von Südenfed - Flooded
MP3: Von Südenfed - Family Feud

Von Südenfed @ MySpace

28.7.07

Ulrich Schnauss - Goodbye (Independiente, 2007)

2001 yılında çok takdir ettiğim City Center Offices'dan çıkardığı "Far Away Trains Passing By" albümüyle bizlere farklı tadlar veren Alman prodüktör Ulrich Schnauss, son dönemde karşımıza çıkan en önemli Ambient ve klasik elektronik müzik bestecilerinden biri.

İlk albümünün beklenenden çok daha fazla ilgi görmesinin ardından 2003 yılında 2. albümünü yine CCO'dan yayınladı Schnauss. "A Strangely Isolated Place" ilk albüme oranla çok daha fazla ilgi gördü ve artık Schnauss çalışmaları merakla beklenen insanlar listesine girdi.

Derken bu yılın Ocak ayında yeni albüm çalışmalarının sonlanmakta olduğu haberi geldi ve içimize bir heyecan düştü. Haziran ayının sonunda da albüm karşımıza geldi. İlk dinlemede bir durup düşündüm ancak dinledikçe bana değişik gelen "Medusa" gibi çalışmalarının da tadını almaya başladım. Şimdi ise çok beğendiğimi göğsümü gere gere söyleyebilirim.

Albümle alakalı ilk nokta 1970'lerin Krautrock'ına olan yakınlığı. Elbette çok daha farklı ve modern bir havada fakat yine de melodisel anlamda ve altyapıların düzeni açısından eskiyi hatırlatıyor. Tabii parçaların uzunluğu açısından da farklı.

"Never Be The Same" albümü muhteşem bir şekilde açıyor. Müzikal altyapının üzerindeki vokal örtüsünü takdir etmemek elde değil. Jean Michel Jarre'ın 80 öncesi havasından gelen bir melodinin üzerinde hafif melankolik geniş bir vokal. Sanırım New Age melankolik olduğunda daha etkileyici oluyor. "Shine"'da ise benzer bir parça yapısının üstünde bu sefer bir erkek vokali geliyor. Yine benzer bir etki ve ağzım açık dinliyorum. "Stars" ilk iki parçaya göre daha hızlı bir yapıda. Alt kısım yine New Age sinyalleri veriyor ancak hava bu sefer kesinlikle melankoliden uzak. Ama buğu devam ediyor hafiften.

Albümdeki 4. parça "Einfeld" yine melankoli ve buğuyla çeviriyor etrafı. Schnauss'un daha önce albümlerinden de alışkın olduğumuz bir hava bu aslında. Tizler aslında parçaya güneş gibi açıyor ama org melodisi bulutların yoğunluğunu esirgemiyor. Parça geliştikçe orgun bu hakimiyetinden bir nebze olsun kurtuluyor ve güzel bir duruş sergiliyor. "In Between The Years" ise gerçekten iflah olmayacak kadar ağır bir dengeye sahip. Ancak bir o kadar da etkileyici. Schnauss sanırım verdiği 4 yıllık arada genel olarak duygusal anılarını biriktirerek çalışmalar yapmış ve bunun da albüm üzerindeki etkisini böylece görüyoruz. "Here Today Gone Tomorrow"'da öncelikle bugünü anlatan hareketli bir yapıyla giriyor. Bugün güzel, bugün olumlu, bugün hayata bakıyor. Daha sonra parçanın hızlanması, melodinin güçlenmesi ve vokalin girmesiyle yarına geliniyor ve biraz daha üzücü bir hava hakim oluyor.

"A Song About Hope" adıyla eşgüdümlü bir umudu anlatıyor. Vuruşlar aksak ve albümde klasikleşen new age yapının yanında vokalle birlikte umudu temsil ediyor. Parça direk sarıyor insanın etrafını. Albümün yırtığı "Medusa" ise saçındaki yılanlar kadar hırçın. Rock havası oldukça baskın. Gitar ve vokal dans ediyor adeta. Gerçekten başarılı. Albüme adını veren "Goodbye"'a geldiğimizde ise albümde şu ana kadar genel olarak ne gördüysek o var. Yine başarılı bir kompozisyon. Artık alıştım. "For Good" albümün sonunu işaret ediyor. Folk rock edasıyla başlıyor ve arkasından buğulu vokalimiz gecikmiyor. Vokali enstrüman olarak kullanma özelliği Klaus Schulze'u anımsatıyor genelde. Daha sonra gitar ve vokal yerini melodiye bırakıyor. Melodi bu sefer ağır depresif. Bu şekilde de devam ediyor.

MP3: Ulrich Schnauss - Never Be The Same
MP3: Ulrich Schnauss - In Between The Years

Ulrich Schnauss resmi sitesi
Ulrich Schnauss @ Myspace

27.7.07

Beastie Boys - The Mix Up (Capitol, 2007)

Adam Horovitz (King Ad-Rock), Adam Yauch (MCA) ve Mike Diamond (Mike D)'den oluşan devasa bir grup Beastie Boys. Hani destan yazan gruplar vardır ya işte onlardan biri benim için Beastie Boys. Hip Hop'u alıp sınırlarını genişleten, genç birçok gruba öncülük eden isimler. Rap ve Rock'ı birleştiren furya çıkmadan 15-16 yıl önce (1982) Hip Hop ve Rock'ı birleştiren, günümüze kadar taşıyan bir grup.

Şimdi burada geçmişinden bahsetmeye ne gerek var. Sure Shot, Intergalactic, Sabotage, Alive, Pass The Mic, It's The New Style, Fight For Your Right, Get It Together, Body Movin' ve Ch-Check It Out desem. Yetmez mi, yeter bence.

Beastie Boys mailing listesine 1 Mayıs 2007'de düşülen not yeni albüm hakkında tüm detayları da beraberinde getiriyordu. Sonunda karşımıza enstrümental bir albümle çıkacaklardı. Aslında vokalin çok yakışabileceğini düşünmelerine rağmen bundan kaçınmışlar. Albümü dinledikten sonra hak da verdim bu konuda. Alışılagelmiş Beastie Boys vokallerinin üzerine yapışmayacağı çalışmalar var genel olarak.

Albüm 26 Haziran'da piyasaya sürüldü. Her ne kadar Beastie Boys performansını seyrettiysem de parçaların yapısı ve vokalsiz olmaları gereği canlı performanslarda çok fazla yer bulmadığını ve temelin eski yırtık parçalara ait olduğunu söylemekte yarar var. Ama tabii İstanbul konserine gelen beklenenin altındaki kitlenin de üzücü olduğunu söylemek lazım. Rock Werchter'de 10.000 kişilik çadır ve etrafında bulunan 30.000 kişi ana sahnedeki Björk'ten feragat edip gelirken ülkemizdeki insanların tek derdi olacak Pazar akşamı uykusu ne denli büyük bir faktörmüş bunu anladım.

Velhasıl gelelim albüme. Albümde Funk ve Punk büyük bir ağırlık sergiliyor. Bildiğimiz Beastie Boys olgun ve yine eskisi gibi kaliteli bir müzikle karşımızda ama frene basmış bir haldeler. Bir bakıma çoğu zaman Nightmares On Wax'in de elinden çıkabilecek veya genel anlamda Ninja Tunes etiketi alabilecek çalışmalar. Ama imza Beastie Boys olunca değişiyor tabii.

Albümün genel anlamda olumsuz tepkiler almasının sebebi de yaptıkları bu köklü değişim olsa gerek. Herkes Beastie Boys'dan yine yıkıp geçen, zıplatmaktan ayağa kramplar sokan parçalarını beklerken karşımıza değişik bir tad çıktı. Bana göre albümde gitar yapıları basit ve çok yerinde. Parçasına göre Funk ve Punk tarzında bir melodiye kapılıp gidiyor ve az, öz mesajını veriyor. Aksak vuruşlar her zamanki gibi yerinde ve grubun Hip Hop kökenine selam veriyor adeta. 14th St. Break'te The Doors'a olta atıyor mesela. Arkasındaki Suco De Tangerina'da ise Küba cazına hafif elektronik bir yorum var Senor Coconut tarzında. The Gala Event ise doğrudan lo-fi tadında.

Müzikal anlamda rahat bir dinleme sunuyor albüm. Yerinizden kalkmanıza dahi gerek yok. Sonuçta güzel müzik her ne kadar grubun tabiatına aykırı olsa da güzel müziktir. Strese gerek yok. Bence dinlenesi ve beğenilesi bir albüm. Sadece kafadaki Beastie Boys etiketini çıkarmak gerekiyor. Şu albüme 10 üzerinden 4 veren NME'ye de saygılarımı sunarım. Onlar sabah akşam albümüne 7 verdikleri Kaiser Chiefs'i dinlesinler bence.

Beğendiğim parçalar:

1) B For My Name
3) Suco De Tangerina
4) The Gala Event
5) Electric Worm
7) Off The Grid
9) The Melee
10) Dramastically Different
12) The Cousin Of Death

Beastie Boys resmi sitesi
Beastie Boys @ MySpace

24.7.07

Battles - Mirrored (Warp, 2007)

Newyork kökenli Tyondai Braxton, Ian Williams, John Stanier ve David Konopka'dan oluşan Battles müzik dünyasına 2004 yılında adım attı. İlk plaklarını "Pretty Girls Make Graves"'i de keşfeden Dim Mak'tan çıkaran grup 2006'da büyük adımını attı. O güne kadar yayınladıkları plaklar Warp tarafından toplandı ve çift disklik bir albüm haline getirildi. Ancak bu albümün çok da fazla dikkat çektiğini söyleyemem.

Ama haklarını vermek lazım, Mayıs ayında yeni albümlerini çıkarmadan önce Nisan ayında bu albümden çıkan ilk plak olan "Atlas"'ı dinlediğimde beynimden vurulmuşa döndüm. Neler oluyor kim bunlar derken biraz bilgi edindim ve o arada albümleri çıktı. Albümü dinlediğimde ise karşıma çok güzel bir tablo çıktı.

Ben tabloma geçmeden önce albümün genel olarak inceleyen tüm dergi ve sitelerde çok başarılı bulunduğunu da eklemek lazım. Oldukça geniş bir kitleye hitap ettiler farklı tarzlarıyla ve bunda çok büyük bir başarı da kazandılar.

Albüm delice. Hayır dahiyane. İkisinden biri. Ama kesinlikle farklı. Bu noktadan başlamak daha doğru. Hani albümde o kadar düzeyli karmaşa var ki grubun adının Battles olmasını hiç yadırgamıyorum. Şu müziğe daha uygun bir grup ismi bulunamazdı. Ama uyarıyorum, klasik tarzlardan hoşlanıyorsanız yaklaşmayın. Bu ne be, amma sallamış adam dersiniz. Velhasıl bir nebze değişikliğe açıksanız buyrun size değişikliğin en başarılı örneklerinden biri.

Şöyle yarım yamalak bir girizgah sağlayan ritm manyağı "Race:In"'den sonra "Atlas" direk vuruyor ve gelin de görün diye dayılanarak sizi içine çekmekte. Mekanik mi mekanik, güçlü mü güçlü. Rock ve elektronik müziğin abstrakt birleşimi mi ne, öyle bir şey. Tyondai Braxton'ın bu vokalleri nasıl yaptığı konusuna girmiyorum hiç. Ama albümdeki enerjiye daha da momentum kattığı kesin. John ise bateride gerçekten hiç durmaksızın saldırıyor, saldırdıkça parçalar kendinden geçiyor "Ddiamondd" da olduğu gibi. Kızılderili şarkılarını andıran bir vokal "Tonto"'da var ve bazen durulan, bazen coşan melodiyle ilginç kombinasyona sahip. Gitar bazen normal gidiyor, sonradan bu tekdüzelikten sıkılınca ipini koparıp kaçıyor.

Albümün belki de en sakin çalışmalarından "Leyendecker"'in tadına ise doyulmuyor kısalığı sebebiyle. Ama hemen karmaşaya geri dönülüyor "Rainbow" ile. Hem de karmaşa. Bir ara lunaparka gidiyorum, hemen ardından idam sehpasına. Dur durak yok. Derken "Bad Trails" al sana bir nefes diyor. Aslında normal ölçeklerde melodisi ve vuruşları sebebiyle sakin denmez ama diğerlerine göre nefes aldırıyor.

"Prismism" ise ensemden tutup yakalıyor ve geri çekiyor beni içine. Ama o ne. 1 dakika dolmadan bitti. Ne anladım ben şimdi. Neyse "Snare Hangar" biraz daha dayanırken karmaşası daha 2 dakikası dolmadan bitti gitti. Elma şekeri elinden alınan çocuk gibi alt dudağımı çıkarasım geliyor. "TIJ" ise bu hasretime son veriyor. 1960'ların deneysel elektronik müzik çalışmaları benzeri kaset oyunlarıyla başlıyor. Vokal ise taze ama bu yapıya uyuyor gitarla birlikte. Gözlerim parlıyor. Çok ama çok güzel. Hem de koskoca 7 dakika. Şimdi kendime geldim. "Race:Out" ise koşa koşa albümü bitiriyor. Ama repeat teknolojisi sağolsun, derhal başa dönüp bu zevke tekrar dalıyorum. Size de aynısını öneririm.

MP3: Battles - Atlas
MP3: Battles - Leyendecker

Battles resmi sitesi (MySpace'e yönleniyor zaten)

23.7.07

Prince - Planet Earth (Sony, 2007)

Prince Rogers Nelson. Gerçekten de konu müzik olduğunda prens adını hakedecek bir isim. Zaten onun krallıktan gözü yok. Popülerlik kaygılarından biri olmadı pek. Krallıkta da gözü yoktu belki de bu yüzden.

Amerika'da akla gelebilecek birçok müzik türünde çok başarılı çalışmalara imza atan, bunun yanında bu türlerin bazılarında döneminin öncüsü konumuna gelen efsane bir isim. Elbette albümlerinde yayınladığı yüzlerce parçanın birkaç istisna hariç hepsinin onun elinden çıkması da onun ne kadar çok yönlü ve yetenekli bir müzisyen olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Öyle ki Miles Davis onu döneminin en heyecan verici sanatçısı olduğunu söylüyor. Bunu Miles Davis gibi bir devden duymak öyle kolay değil.

Şimdi Prince'in bundan önceki 23 stüdyo, 2 canlı ve 2 enstrümental albümünden bahsetmeye kalkarsam ömür dayanmaz. Ömür dayansa kalbim dayanmaz hepsinin üstünden geçmeye. Onca güzellikler var ki bu adamın yarattığı, ne desem boş.

Prince 24. stüdyo albümünü hazırladıktan sonra piyasaya sürülme tarihi olarak 24 Temmuz'u belirledi. Ancak 15 Temmuz'da benim ancak o gün içinde bir arkadaşımdan Prince'in albümünü "The Mail On Sunday" adlı gazeteyle dağıttığını öğrendim promosyon olarak. Bu herhalde böylesine büyük bir sanatçının yaptığı en radikal hareket olarak tarihe geçmiştir. Bu arada imkanı kaçırmış değilsiniz. Londra'daki konserlerine gidenlere albüm yine bedava verilecek. Tanıdıklarınız varsa harekete geçirin. Ben gazeteden bir fazla sayı aldırdım arkadaşıma.

Albüme gelelim şimdi de. Rock tınıları albümün tartışmasız hakimi. Bu yer yer blues tadına da erişiyor. Tabii rnb melodileri de eksik değil ama ben yine de rock derim başka da bir şey demem. Prince'in gitardaki yeteneği düşünüldüğünde de değmeyin ortaya çıkan keyfe diyorum.

"Planet Earth" albüme adını veren çalışma ve albümde ilk sırada. Aslında albümde tam anlamıyla ısınamadığım dediğim iki parçadan biri olabilir. Ama sonrasında "Guitar"'la gelen bir zevk kümesi var. Arkada Dire Straits tarzı bir gitar riff'i ile birlikte önde Prince'e özgü funk havalı bir melodi beni coşturmaya yetti de arttı. Parçadaki gitar solosu ise özlediğimiz 70'leri andırıyor. Bu heyecandan sonra "Somewhere Here On Earth" dinlendiriyor hemen. Dünyanın bir yerindeki "o" kişiye romantik bir balad adıyor Prince. Romantizme yeter dedikten sonra geliyor blues esintili "The One U Wanna C". Çok sevdiğim bir melodiyle tanıştırıyor beni. Canlı dinlemek eminim çok eğlenceli olur bu çalışmayı. "Future Baby Mama" takip ediyor ama ben o arada koptum. Farklı ama bana göre olmayan bir çalışma kesinlikle.

Albümün ikinci yarısı rnb türündeki "Mr. Goodnight" ile karşılıyor. Prince'ten ortalama üstü bir rap geliyor vokalde. Fondaki melodi ise kulağa hoş geliyor. Özellikle koro bölümü çekici. Bunun üstüne bir balad daha geliyor "All The Midnights In The World" ile. Prince vokalde bir öncekine göre apayrı bir tonda. Rahat dinlenecek güzel bir çalışma. Hiçbir noktası kulağı zorlamıyor. Serin bir yaz rüzgarı gibi geliyor geçiyor hafif güzel bir tad bırakarak. "Chelsea Rodgers" ise bas gitar melodisiyle giriyor ruha ve funk geldiğinde elle eşlik etmek mecburi hale geliyor. Tutmayın beni ayağa kalkacağım. Müzikal açıdan zengin, kulak açısından dahiyane. Hiç mi acımaları yok anlamıyorum. Bu arada vokalin başarısını da belirtmek lazım. "Lion Of Judah" ile devam ettiğimizde yine gitar temelli güzel bir rock türeviyle karşılaşıyoruz. Hafif dini bir tema ile bize ulvi gitarından tınıları aksettiriyor. Albümün kapanışını "Resolution" yapıyor. Rock ve pop arasında giden güzel bir çalışma. Sadece Prince'in vokalini kullanmasını dinlemek açısından bile etkileyici. Basit bir gitar melodisi üzerine esip geçiyor vokal. Ayrıca koro bölümünde parçanın havası dub'a dönüyor bir anda. Çok çok iyi.

Prince'in resmi sitesi

21.7.07

Proodos Özel ... (3) - !!! (Chk Chk Chk) Röportajı @ Rock Werchter 2007

Chk Chk Chk'in bateristi Allan Wilson ile Rock Werchter festivalinin ana sahnesine yakın bir yerde çimin üzerinde yaptığımız güzel söyleşiden çıkarabildiğim notları aktarıyorum. Konuşmanın tamamı yok çünkü arada bira içerken not alamadım. Ne yazıkki çektiğim resimleri de bulamadım bir türlü. Bulduğum an koyacağım. Umarım röportaj hoşunuza gider.

SG - Allan seninle İstanbul'da oturup konuşmayı tercih ederdim ama burada da görüşmek çok güzel. Şimdi daha önceden hazırlamış olduğum sorulardan bazılarını sana soracağım izninle. Birçok kişiye göre !!! Out Hud'un devamı olarak anılıyor. Fakat benzer tarzlar olsa da !!! biraz daha sert bir yapıda. Out Hud'la ilgili düşüncelerin neler ve aranızdaki en büyük farklar nelerdi?

AW - Aslında Out Hud ve !!! aynı zamanda doğdu. 3 tane üye ortak bu iki grupta. Elbette bu sebeple belirli sınırlar dahilinde benzer bir müzikal estetiğe sahip olmaları da doğal. Out Hud 2 yıl önce dağıldı. Aslında Out Hud hem albüm, hem de performanslarda daha başarılıydı ama yürümedi. Artık en büyük fark Out Hud aramızda olmadığına göre müzik yapmaya çok daha fazla zaman ayırıyoruz ve canlı performansımızı da en az Out Hud seviyesine getirmeye çalışıyoruz.

SG - İlk albümünüzden sonra Avrupa'da olumlu tepkiler aldınız. Bunu bekliyor muydunuz ve bu tepkiler sizi nasıl etkiledi?

AW - Aslında sana tam katılmıyorum. Aldığımız tepkiler beklediğimiz kadar iyi değildi. Belki beklentilerimiz çok yüksekti, yanlış anlama. Aslında daha iyi bir albüm yapmak istiyorduk. Kendimizle alakalı olabilir bu olay. Albüm baştan sona akıp gitmiyordu. Ayrıca canlı performanslarımıza daha çok benzeyen bir albüm yapmak istiyorduk. Bunu Myth Takes ile biraz yakaladığımızı sanıyorum. İlk albüm bize ders oldu.

SG - Müziğinizdeki yoğun rock etkisinin yanında disko da önemli bir yer tutuyor. Bu "Must Be The Moon" plağınız için seçtiğiniz düzenlemelerde daha da öne çıktı. Tarzınızı tam olarak açıklasan ne derdin?

AW - Neler demezdim ki? Valla nasıl istersen öyle açıkla tarzımızı. Beni bulaştırma bu işe. Disko bizim için aslında 2. planda olmayacak kadar değerli. Ama hepimiz rock da seviyoruz. Hatta punk da seviyoruz fakat artık kocaman adamlar olduk, pek dinlemiyoruz.

SG - Şimdi konserinizi seyrettikten sonra albümden daha eğlenceli olduğunu söyleyebilirim. Biraz daha sert ama daha eğlenceli.

AW - Daha mı eğlenceli? Cidden mi? İşte şimdi emeklerimizin karşılığını aldık. Canlı performansımızı iyileştirmek için çok uğraştık. Biz albüm daha iyi görünür gibi düşünüyorduk. Sakın albüme çamur atıyor olmayasın? Şaka bir yana canlı performanslarımızın daha çok sevilmesi bizi çok mutlu ediyor.

SG - "Myth Takes" albümü ilk albümünüz "Louden Up"'a göre biraz daha sert. Özellikle "Bend Over Beethoven"'ın son bölümünde kendimden geçtim. Bu albümde sizi etkileyen kimler oldu?

AW - Hmm... Aklıma hiç isim gelmiyor şu an. Birama bir şey mi kattın yoksa? Çok müzik dinliyoruz ve hepsinden etkileniyor olabiliriz. Şimdi bir tanesini söyleyip diğerlerine haksızlık etmek istemiyorum. Kesin içkime bir şey kattın.

SG - "Heart Of Hearts"'ta kadın vokal kulladınız ve bu çok sık kullandığınız bir şey değil. Bunun bir sebebi var mı?

AW - Öyle istedik. Bir sebebi yok. "Take Ecstacy With Me" plağımızda da kullanmıştık. Ama çok sık kullanmıyoruz. Burada yok ama Shannon Funchess o vokalleri yapan kişi ve genelde bizimle turnelere de katılıyor. Burada yoktu sadece. Bu arada tam bir Türkiye hayranı. Gelmeyi çok ister eminim.

SG - Out Hud gittiğine göre gelecek için yeni bir proje var mı? 3 yıl bir albüm için bekletmezsiniz değil mi?

AW - Söz bekletmeyeceğiz. Önce turnelerimizi tamamlayalım. Ondan sonra hemen çalışmaya başlayacağız. Söz veriyorum.

SG - Son olarak sizi Türkiye'de ne zaman göreceğiz? Belki Avrupa tarafında oturup yemek yerken Asya kıtasını izleriz.

AW - Umarım bu yıl olur. Belki de olmaz, takvimimiz şimdiden dolmak üzere. Ama yemek teklifi ilgimi çekti şimdi. Sen kebapları hazırla, biz bir bakalım takvime.

18.7.07

Hey Hey My My - Hey Hey My My (Sober And Gentle, 2007)

Adını Neil Young'ın efsanevi bir parçasından alan Bordeaux'lu grup Hey Hey My My folk rock türünde gelecek vaadeden isimler arasında yer alıyor. Grup Julien Garnier ve Julien Gaulier adlı iki üniversite arkadaşı tarafından kurulmuş. Yaptıkları müziği kendileri için eğlence olarak tanımlıyorlar ve aksi bir şey yapmayı düşünemiyorlar.

Grubun albümünü ilk dinlediğimde gerçekten sıcak bir atmosfer karşıladı beni. Hatta canlı dinliyormuş hissine kapıldığımı söyleyebilirim. Müziklerinin tamamı folk rock üzerine konuşlanmış. Stüdyoya girdiklerinde doğaçlama olarak ortaya çıktığını söyledikleri melodileri ise insanı içine çekiyor. Bu konuda çok yetenekli olduklarını söylemem gerek.

Hey Hey My My ilginç olarak Fransa'da folk rock yapıp İngilizce şarkı söyleyen ender gruplardan. Bunun bir sebebi de Neil Young hayranlıkları olsa gerek. Vokali hem kendileri yapıyorlar, bazı çalışmalar için de ismini henüz öğrenemediğim bir bayan vokal kullanıyorlar. Konserlerinde de bayan vokal kullanıyorlar.

Müzikleri hareketli çalışmalarda I'm From Barcelona havası veriyor. "I Need Some Time", "Easy" ve "Want It More"'da bu benzerlik ciddi ölçüde dikkat çekiyor. Elbette onlar gibi benzeri bir yakınlık ve samimiyet hissi doğuruyor bu da.

Albümde beğendiğim çalışmalar:

1) Merry Land
2) I Need Some Time
3) Easy
5) Belle And Julian
9) Morricone
10) Want It More
14) A True Story

MP3: Hey Hey My My - I Need Some Time
MP3: Hey Hey My My - Want It More

Hey Hey My My @ MySpace

17.7.07

İnternet ve Müziğin Aşkındaki Son Perde! - 2

I-TUNES

I-Tunes İnternet üzerinden MP3 satışında bir devrim olarak ortaya çıktı. Apple Computer IPOD adlı efsanevi MP3 çalarını piyasaya sürdükten sonra bu ürünü I-Tunes ile destekledi ve ürün sahiplerine hukuki olarak haklarına sahip olacakları müzikleri indirme imkanı sağladı. Ancak bu imkanı sadece IPOD kullanıcılarına sağlaması tepkilere yol açtı. Günümüzde Avrupa’da bu engeli kaldırmaları için Norveç, İsveç ve Danimarka’da hakkında davalar açıldı. Türkiye’ye hizmet vermemesi ise bizim açımızdan etkin bir handikap.

Kullanım kolaylığı: İlk defa giren ve IPOD’u olmayan bir kişi için (Örneğin ben başka bir MP3 çalar kullanıyorum) üyelik istemesi ve bu üyelik çerçevesinde bir program yüklemek istemesi itici. Bunun yanında albüm arama özellikleri güzel. Satın alma kolaylığı yüksek. Kullanıcılar açısından gayet kolay bir site.

Özellikleri: I-Tunes’da görsellik ön planda ancak her noktada size sunulan IPOD reklamları bir süre sonra sıkmaya başlıyor. Ayrıca film satışının başlamış olması sebebiyle de müzik eskisi kadar ön planda değil.

Üyelik sistemi: Üyelik için bir program indirme gereksinimi gerçekten rahatsız edici. Girip kendiniz için ya da farklı marka MP3 çalarınız için parça indiremiyorsunuz. Bu konuda kısıtlamaya gidilmese bence çok daha etkin bir site olur ve daha yüksek satış rakamlarına ulaşılabilir.

Fiyatları: Fiyat açısından İnternet’teki belki de en uygun site. Bunun temel sebebi de IPOD’dan gelen gücü sebebiyle plak şirketlerinin anlaşmalarda suyunu çıkarması. Ancak elektronik müzik konu olduğunda Beatport, Juno, Wordandsound ve DJ Download’a göre çok daha zayıf.

Sonuç: IPOD sahipleri için güzel ancak diğerleri için faydasız bir site. Fiyat konusunda çok avantajlı ve eğer elektronik müziğe daha fazla önem vermeye başlarsa ortalığı biraz karıştırabilir. Türkiye’ye hizmet vermeye başlarsa Türkiye pazarında ciddi bir yere sahip olur.

Beatport

Elektronik müzik dinleyicileri açısından en kapsamlı ve en çok satış rakamına sahip site. Şimdiden markalaşmış durumda. Özellikle DJ’ler açısından büyük önem taşıyor çünkü kalite seçenekleri ve fiyatlar arasında güzel bir uyum sağlıyor. Genel olarak House tarzının kollarına ağırlık veriyor ancak 2006’nın başından itibaren minialist müziklere de ciddi biçimde yer vermeye başladı.

Kullanım kolaylığı: İlk başta biraz karmaşık görünmesi ve yazıların ufaklığı sebebiyle çok takdir toplamasa da İnternet’i düzenli kullananların zorlanmayacağı bir site. Yeni çıkan plakların veya albümlerin tanıtımı güzel ve bunlara ulaşım çok kolay. Ayrıca plak şirketleri, sanatçılar, albümler, mixler ve listeler gibi bölümler sayesinde aradığınız şeyleri kolayca bulabiliyorsunuz. Ayrıca oluşturabileceğiniz favori plak şirketleri, sanatçılar ve tarz listeleri sayesinde size gelişmeleri bildirmesi de çok güzel bir özellik.

Özellikleri: Satın alma anında kredi kartından çekim işlemi otomatik olduğundan parçayı direk çekme imkanına sahipsiniz beklemeden.

Sanatçı listeleri bölümü sayesinde toplu olarak daha ucuz alımlar yapılabiliyor. Bunun yanında yeni giren plak şirketleri tarafından sunulan tanıtım parçaları, festival tanıtımları için yayınlanan parçalar bedava olarak edinilebiliyor.

Üyelik sistemi: Üyelik oldukça basit ve kolay. Ayrıca sitenin farklı kullanım özellikleri sebebiyle çok rahat hallediyorsunuz tüm üyelik işlemlerini. Gereksiz sorular yok.

Fiyatları: Krafty Kuts’ın albümü €12.99. DJ Download ve I-Tunes’a göre daha pahalı görünüyor ancak çok daha kolay bir kullanımı olduğu ve markalaştığı için tercih ediliyor.

Sonuç: Elektronik müzik dinleyicileri ve DJ’ler açısından gerek içeriği, gerek kullanımı açısından en çok ilgi gören site. Artılarını da biraz daha yüksek fiyat isteyerek biçimlendiriyor. Türkiye’den en çok alışveriş yapılan site konumunda.

DJ Download

Özellikle İngiltere’de büyük ilgi gören bir site. Zaten fiyatları da otomatik olarak Sterlin geliyor. Ancak isteğinize göre kuru sağ üstteki menüden değiştirebiliyorsunuz. Sitede trance ve progresif house türleri ağırlıkta. Bunun yanında Breakbeat de yine son dönemde önemli bir yer alıyor.

Kullanım kolaylığı: Kullanımı Beatport kadar olmasa da kolay bir site. Yeni plakları arama konusunda rahatlık dikkate çarpıyor. Ayrıca genel arama sonuçları da çok hızlı. Sitenin hızı kullanım açısından insanları çeken bir özelliğe sahip.

Özellikleri: Tanıtım diskleri konusunda Beatport ve Kompakt’ın gerisinde kalıyor. Plakları yayınlanmadan önce MP3 formatında alma imkanınız yok, sipariş verip beklemek zorundasınız.

Üyelik sistemi: Üyelik Beatport’a nazaran biraz daha uzun sürüyor. Birkaç ekstra soru var ancak bunlar çok da önemli değil çünkü alışılmış durumlar. Yine de daha basit olması onların avantajına olur. Ödeme sistemleri arasında Paypal bulunması ise ciddi bir avantaj.

Fiyatları: Fiyat açısından çoğu noktada Beatport’tan daha avantajlı konumda ama yine de I-Tunes’dan pahalı. Döviz türleri arasında değişim yapabilmeniz avantaj sağlıyor.

Sonuç: Her ne kadar tüm elektronik müzik türlerine ağırlık vermese de yine de başarılı bir site. Bazı ekstra özelliklerini geliştirmesi durumunda Beatport ile benzer başarıyı yakalayabilir.

Kompakt MP3

Kompakt plak şirketinin dağıtım ağı gücünü de kullanarak ortaya çıkardığı proje. Kısa zamanda önemli bir başarıya imza attı. Özellikle DJ ve prodüktör çevresinde plak şirketi olarak sahip olduğu tanınmışlığı kullanarak ciddi bir müşteri potansiyeline sahip.

Kullanım kolaylığı: Kullanım açısından en basit arayüze sahip site. Yapısına kısa sürede ayak uydurmak mümkün. Ortadaki yeni plak listesi biraz karışık görünse de hemen alışılıyor.

Özellikleri: Henüz çıkmamış plakları MP3 formatında satın alma imkanı sunuyor ve bu açıdan en güçlü site. Alman plak şirketleri ve prodüktörlerin ağırlığı var ve temeli bir müzik kültürüne dayandığından gelişmeye en açık site. Tek handikapı Beatport’un aksine ödemeden sonra onay bekliyorsunuz ve bu biraz sıkabiliyor. Paypal ile ödeme imkanı burada da var.

Üyelik sistemi: Üyelik yok. Bu açıdan inanılmaz bir zaman kazancı yaşıyorsunuz. Ancak üyeliğin getirdiği liste, uyarı mailleri avantajları yok. Yine de haftalık haber mektubu seçeneği var ve bu konuda diğer sitelerden bir boy farkla önde. Yeni çıkan veya çıkmadığı halde MP3 olarak satışa sunulan plakları e-mail yoluyla düzenli olarak iletiyor.

Fiyatları: Krafty Kuts’ın albümü burada olmadığından karşılaştırmak zor ancak Jochen Trappe’nin Connaisseur’dan çıkan yeni plağını karşılaştırdığımda Kompakt’ın ciddi ölçüde daha ucuz olduğunu gördüm. Beatport’ta €4,74’e alınacak plak Kompak’ta €3,48 ve bu yaklaşık %27 gibi bir fiyat farkı. Bu açıdan gerçekten çok avantajlı. Ödemede biraz beklemeye değebilecek bir avantaj olduğu kesin.

Sonuç: Her ne kadar minimal, tekno ve elektro türlerine daha çok ağırlık verse de fiyat, kullanım kolaylığı ve haber mektubunun etkinliği bakımından tercih edilecek bir site. Kompakt’ın plak şirketi olarak ortaya koyduğu başarısının üzerine bu gücünü devam ettirip arttıracak bir çalışma.


Sühan Gürer
2007

16.7.07

İnternet ve Müziğin Aşkındaki Son Perde! - 1

Aslında her şey Mpeg Layer 3 veya herkesin bildiği adıyla MP3’ün keşfiyle başladı. Keşfeden kişi ise Karlheinz Brandenburg. Elbette Berlin’deki Brandenburg kapısı ile alakası yok. Ama müzik dünyası için 2. bir Brandenburg kapısı oldu. Müzikte yepyeni bir dönem başlattı.

Mp3’ün keşfinden sonra disk üzerindeki her parça aynı kaliteye bağlı kalmak koşuluyla 1/10 oranında sıkıştırılıyordu. Bu da bir anda insanlara müziklerini paylaşmak konusunda bir imkan tanıdı. Elektronik müzik bu paylaşımlar sonucu gelişiminde önemli bir devinim kazandı ancak bunun yanında ardı arkası kesilmeyen bir sektör ortaya çıktı.

İnternette sohbet odalarında başlayan paylaşım akımı daha sonra p2p (Kullanıcıdan kullanıcıya bağlantı) bazlı programlar sayesinde ciddi bir organizasyona dönüştü. Önce Napster’la başladı, sonra Audiogalaxy, Kazaa, Imesh, Emule, DC++, BitTorrent, Soulseek derken bugünlere gelindi. 1995’ten bu yana gelen süreçte inanılmaz hızla gelişen bu sektör birçok değişimi de beraberinde getirdi. Elbette bu gelişimdeki en önemli paylardan biri de kullanıcıların İnternet bağlantı hızlarının gün geçtikçe artmasıydı.

Bu yeni akıma en çok etki eden noktalardan belki de en önemlisi müzik endüstrisini kontrol eden (Veya ettiklerini sanan) büyük plak şirketlerinin İnternetteki bu paylaşımcı akımı kabullenmeleri oldu. Önceleri bunları basit korsanlar olarak gören bu plak şirketleri zamanla bunun sadece korsanlık değil yeni bir kültür anlayışının eseri olduğunu fark ettiler. Internette bilgi parasızdı ve müzik de benzeri bir şekli almaya başlamıştı.

Müziği paylaşan, programları yazan veya albümleri bilgisayara aktaranlar çoğaldıkça plak şirketlerini bir telaş aldı. İlk savunma hatlarını kurdular ve ardı arkası gelmeyen hukuki bir savaş başlattılar. Güçlerinin kendilerine galibiyeti getireceğine emin ve olabildiğince hatalı bu duruş onlara elbette birkaç cephede başarıyı getirdi. Napster kapatıldı. Audiogalaxy onu takip etti. Son dönemde Emule’un en önemli ağ bağlantısı Razorblack’in sahibi hapse atıldı. Ancak bütün bu başarılar sonucunda gözlerini açtıklarında başta karşılarında 3-4 cephe olmasına rağmen şimdilerde sayısı 10’u aşan cepheler çıktı. Bu noktada strateji yanlışlığını fark eden plak şirketleri yeni strateji arayışına girdiler ve ortaya Internet MP3 satış siteleri çıktı. Bir şarkıyı veya bir albümü gerçeğine oranla çok daha ucuza alma imkanı sunan bu siteler farklı ve İnternet’i daha iyi yorumlayan bir bakış açısının eseriydi.

Bu satış siteleri başta pek ilgi toplamadılar ancak Apple Computer’ın IPOD adlı ürünü için geliştirdiği I-Tunes bu konuda çok başarılı bir örnek teşkil etti. Aynı dönemde elektronik müzik kullanıcıları için Beatport ağırlığını ortaya koydu. Ayrıca Kompakt ve Universal gibi plak şirketleri de kendi dağıtım ağı güçlerini kullanıp benzer çalışmalarda bulundular. Bugün İnternet’te parasız müzik paylaşımıyla mücadelede yepyeni bi cephe var. Bu cephede plak şirketleri dava açma dönemine göre çok daha büyük başarılara ulaştılar ve en azından bu sefer sadece zarar vermek değil, kendilerine fayda çıkarma şansları da var.

Bu İnternet satış sitelerinden en çok dikkat çekenleri kullanım kolaylığı, özellikleri, üyelik sistemi ve fiyat konularında incelemeye çalışacağım. Fiyat karşılaştırması Krafty Kuts’ın Freakshow albümü üzerinden yapılmıştır.

Yazının devamı ve site incelemeleri yarın...

15.7.07

Aril Brikha - Ex Machina (Peacefrog, 2007)

Stockholm'ün elektronik müzik dünyasına kazandırdığı yeteneklerden biri olan Aril Brikha 1976 yılında doğdu. Elektronik müziğe Depeche Mode, Front 242 ve son dönemde beklentileri karşılayamayan Jean-Michel Jarre dinleyerek ısınan Brikha, daha sonradan Detroit tekno kültürünün etkisinde kaldı. Prodüksiyona başladıktan sonra yaptığı demo plak Avrupa'dan hiçbir tepki almayınca gözünü onu etkileyen Detroit'e çevirdi ve kendini Derrick May'in kanatlarının altında buldu.

Aril Brikha ülkemize de yanılmıyorsam son 2 senedir geliyor ve performanslarıyla dikkat çeken bir isim özellikle. Detroit Teknosuna getirdiği farklı yorumla hareketli ama bir o kadar da ruha hitap eden setler ortaya koyuyor.

Bunların yanında ilk dönemine oranla son zamanlarda çıkardığı plaklarla aramın pek olmadığını da söylemem gerekiyor. Detroit teknosundan trance'e adım atan Brikha bu şekilde tüm beklentilerimi yıkarak beni hayal kırıklığına uğrattı. Özellikle Poker Flat'ten çıkan ve bu sayfalarda da incelediğim Akire adlı plağı ciddi anlamda bir kayıptı.

Yine de albümü bunu düşünmeden ve bununla karşılaşmama umuduyla bekledim. Karşıma çıkan albümde ise Akire'de yaşadığım hayal kırıklığından neredeyse eser yok. Bunun için bile sevinmeye değer bir albüm. Detroit havasına hakim, setlerindeki özgünlüğe benzer bir yapıda yer yer new age, yer yer Depeche Mode melodilerini anımsatan üst yapılarla dinlemesi güzel bir albüm. Aslında albümü en basit dilde açıklamak gerekirse Aril Brikha'nın alıştığımız setlerinde çalmak için yaptığı bir albüm.

Açıkçası Aril Brikha Detroit Teknosuna getirdiği bakış açısıyla gücü azalan bu türe yeni bir açılım kazandırmıştı. Bu da elbette Detroit'in yenilikçi kesimleri tarafından kucaklandı. Albümde ara verdiği bu geleceğe yönelik devinime devam etmesi de bu desteğin daha güçlü bir şekilde arkasında durması anlamına geliyor ve ilk tepkiler de Detroit'in bu albümü çok iyi karşıladığı yönünde. Bu arada uyarmak da lazım albüm tekno ve tech-house arasında gidip geliyor genel olarak.

Bu arada albümdeki genel hava harekete yönelik. Oldskool olarak adlandırılacak üst melodilerin varlığı bu hareketi daha da sempatik bir hale sokmuş. Gecenin orta ve son kısımlarında dinlenecek enerjilerde farklı çalışmalar var.

Albümdeki 7. çalışma "Kind Of Nitzer" de Nitzer Ebb'e ithaf edilmiş. Zaten endüstriyel havasıyla da bunu açıkça ortaya koyuyor.

Albümde beğendiğim çalışmalar:

1) Last One
2) More Human
4) Leaving Me
6) Contact
7) Kind Of Nitzer

MP3: Aril Brikha - More Human
MP3: Aril Brikha - Kind Of Nitzer

Aril Brikha @ MySpace

12.7.07

Apparat - Walls (Shitkatapult, 2007)

Elektronik müziğin dehalarından Sascha Ring Apparat projesi ile birlikte 2001 yılından beri insanların elektronik müziğe bakış açılarını değiştirmeye çalışıyor. Önceleri deneysel minimalizme kol geren sanatçı son dönemlerde özellikle Ellen Allien ile ortak çalışması "Orchestra Of Bubbles" albümünden beri elektronik müziğe klasik müzik dokunuşları ile karşımıza çıkıyor. Bu arada geçen hafta Ellen Allien ile birlikte bu albüme dair bir canlı performans sergilediler Radarlive 2007 festivali kapsamında. Her ne kadar seyretme imkanım bulunmadıysa da Misak Tunçboyacı'dan aldığım bilgiler sonucunda mutlaka seyretmiş olmam gerektiği izlenimine vardım.

T. Raumschmiere veya gerçek adıyla Marco Haas ile birlikte kurdukları Shitkatapult plak şirketini geliştirmekle de uğraşan Sascha, bu arada canlı performanslarında her zaman albümlerinden oldukça farklı bir çizgiyle karşımızda oldu. Kendini "Rave gençliğinin üyesi" olarak tanımlayan Sascha daha çok dans edilebilecek bir performans sergiliyordu. Ancak Walls albümünü bu konuda milat kabul ederek bir grup kurdu ve artık konser vermeye başlıyor. Vokalde de eskiden Alexander Kowalski ile "Hot Spot" adlı çalışmayı yapan ve onunla konserlere giden başarılı sanatçı Raz Ohara var.

Albüm aslında bazı yönlerden "Orchestra Of Bubbles" ile bir etkileşim içeriyor. "Fractales" bu konuda çok açık bir örnek. Sascha Almanya'da özellikle eksikliği hissedilen elektronik müzikteki romantizm akımını yine alabildiğince sunuyor albüm boyunca. Bunun yanında eskiden beri hayranı olduğu IDM ve deneyselliği de elden bırakmıyor. Bu şekilde Richard David tarzı romantik elektronik poptan farklı bir yön çiziyor bizlere.

Albümde bazı parçalarda Raz Ohara vokaliyle karşılaşıyoruz. Ancak "Limelight" gibi birkaç çalışmada insan sesleri kesitler halinde melodisel anlamda kullanılıyor ve bu da Almanya'da Klaus Schulze'dan beri gelen bir yöntem. Apparat'ın bunu oldukça iyi kotardığını da söylemek lazım. Keza genel anlamda ses kesitleri kullanımına ağırlık veren bir isim ve albümde bunu yer yer clicks and cuts, yer yer vuruşsal olarak görebiliyoruz. Bu arada albümde "Birds" ve "Arcadia" adlı çalışmalarda kendi de vokal yapıyor.

Albümde beğendiğim çalışmalar:

2) Hailin From The Edge
3) Useless Information
5) Holdon
6) Fractales Part 1
9) Arcadia
11) Headup

Apparat'ın resmi sitesi
Apparat @ MySpace

10.7.07

Smashing Pumpkins - Zeitgeist (Reprise, 2007)

1988 yılında Chicago'da kurulan, kurulduğu günden bu yana ufak da olsa değişimlere uğrayan grup 2000 yılında Billy Corgan paşamızın baskıları üzerine dağıldı. Daha sonra 2006'da Billy Corgan solo kariyerinde dilediğini bulamayınca yeniden birleşme haberi geldi. Bunu da yeni albümleri takip etti yaklaşık 1 yıl sonra.

Billy Corgan'ın 1988 öncesi birkaç grup denemesi sonrasında James Iha ile tanışması ile temelleri atılan grup, daha sonra bu ikilinin basçı ararken D'Arcy Wretzky'i aralarına katmalarıyla gelişir. O zamanlar Cure ve New Order etkisi altında çalışma yaparlar. Sözler ve melodiler genel olarak depresiftir. 1991'de çıkardıkları "Gish" adlı albüm pek bir başarı kazanamaz ancak grup için ilk adımdır.

Derken Nirvana ve Pearl Jam'in geniş kitlelere açılan grunge akımına kapılırlar ve "Siamese Dream" adlı albümlerini 1993'te çıkarırlar. Bu albüm Corgan'ın inanılmaz derecede yoğun çalışmalarının sonucu dersek pek yanlış olmaz. Bir söylentiye göre Corgan tüm gitar ve basları kendisi yazıp çalmıştır albümde. Grup içinde Corgan'ın agresifliği ve kaprislerinin ağırlığı hissedilir basına göre. Bu arada albüm Virgin Records tarafından kucaklanır ve güzel bir başarı kazanır sadece Amerika'da 4 milyon satarak.

Arkasından 1997'de "Mellon Collie And The Infinite Sadness" adlı çift disklik albüm gelir. Amerika'da inanılmaz büyük bir başarı kazanır ve 9 milyonun üzerinde satış rakamına ulaşır. Albümün temasal temeli ise Pink Floyd'un "The Wall"'udur. Bu iddialı temel üzerine yerleşen 28 parça bir anda tüm dikkatleri grup üzerine çeker. Bu arada 7 Grammy ödülü adaylığından sadece birinin alınması ise beklentilerin altında kalır. 1998'de "Adore" albümü bunu takip eder. Türkiye'ye geç geleceği için albümü Amerika'daki arkadaşıma posteriyle birlikte sipariş verdiğimi hala dün gibi hatırlıyorum. Albüm geldiğinde ise dinledikçe kendimden geçtiğimi. Bu albüm ayrıca grunge'dan elektronik öğeler bulunan rock müziğe geçişlerini de simgeler. Albümün turnesini de bir yardım organizasyonuna tamamen bağışlayan grup böylece 2.8 milyon dolarlık bir yardım toplar. Turne boyunca tüm masraflarını da kendileri üstlenir.

1999'da baterist Jimmy Chamberlin'in rehabilitasyondan çıkmasından sonra yeni albüm çalışmalarına başlarlar ve ortaya "Machina/The Machines Of God" çıkar. Ancak turneleri asla tam olamaz çünkü D'Arcy Wretzky gruptan ayrıldığını açıklar. Albüm ise aldığı olumlu tepkilerle klasik rock tarzına dönüşün faydalarını ortaya koyar.

Yeni albümleri Queen'in efsane prodüktörü Roy Thomas Baker imzası taşıyor. Albüm dünya genelinde bugün piyasaya çıkıyor ama bazı ülkelerde 6 Temmuz'da piyasaya çıktı bile. Grupta bateride yine Jimmy var ama James Iha artık yok. Onun yerine Jeff Schroeder ve Ginger Reyes yer alıyor. Albümden çıkan ilk single "Tarantula" ise Mayıs sonunda kulaklarımızı şenlendirdi.

Albüm aslında açıkça bir Billy Corgan albümü. Gitar ve basları yine kendisi yazıp çalmış. Allah'tan bateriyi Jimmy'e bırakmış. İyi de yapmış aslında çünkü onun enerjisine ulaşması zordu.

Albümde grubun eski gücüne kavuşma umudu yer alıyor genel olarak. Başından sonuna kadar bir güç ve enerji gösterisi. Albüm "Doomsday Clock" ile başladığı andan itibaren bu ortada. Hiç çekinmeden, lafı uzatmadan Hard Rock yapıyorlar. Bu "Seven Shades Of Black"'te de devam ediyor. "Bleeding The Orchid" ise biraz daha dingin ve hafif bir eski Corgan depresifliği içeriyor. "That's The Way (My Love Is)" ise albümdeki ilk zayıf halka bana göre. Parçada bir özellik bulamadım. Albümden çıkan ilk single "Tarantula" ise bizi albüm başındaki havaya geri döndürüyor 70'ler Hard Rock tarzı havasıyla. Çok başarılı. Zaten albüme dair verilen Mayıs ayındaki konserde çok büyük beğeni ile karşılandı. Takip eden "Starz" ise "Adore" albümündeki Smashing Pumpkins havasını hatırlattı yer yer. Hoşuma gitti dememe gerek var mı?

Albümün ikinci yarısı uzun "United States" ile Jimmy hakimiyetinde başlıyor. Arkasından agresif Corgan geliyor. Sonuç ise sert ve bana göre güzel. Vokal ise arkadaki karşamaya ters. Koro bölümü pek hoşuma gitmedi ama. "Neverlost" albümde frene basan parça olarak dikkat çekiyor. "Bring The Light" heyecanlı baterisiyle dikkat çekiyor. Vokal ise pek başarılı değil. Bilemiyorum ısınamadım. "(Come On) Let's Go!" sert olmasına rağmen inceden American Girl Rock edası taşıyor. "For God And Country" ise frenin yine etkili olduğu bir parça. Pop rock havasında. Albümdeki son çalışma "Pomp And Circumstances" ise senfonik rock olarak karşımıza çıkıyor. Doğruyu söylemek gerekirse albümün ilk yarısı ikincisine göre çok daha iyi.

Bu arada bilindiği gibi Smashing Pumpkins Rock N Coke 2007'de yer alacak. Pinkpop'ta verdikleri konserlerindeki setlist ise: Today, Bullet With Butterfly Wings, United States, Orchid, Tonight Tonight, Tarantula, Starz, Zero, Glass & The Ghost, For God And Country, Thirty-Three, To Sheila, Stay Inside Your Love, Cherub Rock, 1979, Disarm.

Albümde beğendiğim çalışmalar:

1) Doomsday Clock
2) 7 Shades Of Black
5) Tarantula
6) Starz
7) United States

Smashing Pumpkins resmi sitesi
Smashing Pumpkins @ MySpace

Smashing Pumpkins Video Klipleri:

Tarantula
Tonight, Tonight
1979
Zero
Bullet Butterfly With Wings
Ava Adore
Thirty-Three

Smashing Pumpkins Konser Kayıtları:

Ava Adore
1979
Today
Tarantula @ Rock Am Ring 2007
Cherub Rock
To Sheila
Bullet Butterfly With Wings

9.7.07

Rock Werchter 2007 Videoları

1. Gün:

Zornik



Rufus Wainwright - Sanssouci



Marilyn Manson - Rock Is Dead



Bjork - Innocence



2. Gün:

Oi Va Voi



3. Gün:

Blonde Redhead



Snow Patrol - You're All I Have



Snow Patrol - Hands Open



Snow Patrol - Shut Your Eyes



The Killers - Somebody Told Me



The Killers - All These Things That I've Done



Keane - Hamburg Song



Keane - Everybody Is Changing



4. Gün:

!!! (Chk Chk Chk) - Myth Takes



Metallica - Sad But True



Metallica - Master Of Puppets



Metallica - Nothing Else Matters



Metallica - Memory Remains



Metallica - One



Metallica - Enter Sandman



Metallica ara verdiğinde seyirciler The White Stripes'tan Seven Nation Army melodisi söylerken



Videoların tamamı tarafımca çekilmiştir. Hepsi tanıtım amaçlıdır. Çekimler Sony DSC S-600 ile yapıldığından ve çekimleri yaparken bir hayli alkollü olduğumdan her zaman en iyi sonucu elde edemedim haliyle ama festival ve gruplar hakkında fikir verebildiğimi umarım. Ayrıca zaman zaman pil ve kapasite problemleri sebebiyle sorun yaşadım (Örneğin 2. gün). Bir dahaki sefere daha iyi şekilde hazırlanacağım. Herkese bol müzikli, bol festivalli günler. Notasız gününüz geçmesin.

8.7.07

Rock Werchter Günlüğü - 4. Gün (Kaymaklı ekmek kadayıfı)

Son güne geldiğimizde ilk üç günün yorgunluğu artık iyice ortadaydı. Bel ağrısı, kanda hiç eksilmeyen alkol oranı, uykusuzluk vs. 3. gece uyurken sağ üst baldırıma giren kramp da cabası. İçtiğim Isostar'lar bile fayda etmedi artık bunca mineral kaybına. Kahvaltıma bu sefer ek olarak acil durumlar için yanımda tuttuğum tek Supradyn'i de ekleyerek güne hazırlandım. Sonuçta uzun bir gün olacaktı.


Festival alanına çok erken girdik. Sebebi de !!! (Chk Chk Chk) konserini mümkün olan en ön noktadan seyretme isteğimdi. Bana göre 2007'nin güzide albümlerinden birine imza atan grubun canlı performansını çok merak ediyordum. Ama güneş son 3 günün acısını çıkarırcasına tepede bizi kavuruyordu. Güneşin bir bulutla engellendiği anlarda ise sıcaklık direk 4-5 derece düşüyordu rüzgar yüzünden. Yine de bu bizi engellemedi. Sonuçta işi garantilemek için fazladan birkaç bira içmek yetiyordu.

!!! tam saatinde çıktı. Çoğunluğu yeni kalkan insanlardan oluşan seyircileri önce uyandırdı. Arkasından kendine getirdi ve sonunda coşturdu. Güne muhteşem bir başlangıç sundu. Yeni albümdeki birçok çalışmayı dinleme imkanı bulduk. Nic Offer gitmek tükenmek bilmeyen enerjisiyle bizleri kavurdu. Seyircinin arasına girmekle kalmadı, üstüne insanlarla birlikte söyledi. Daha sonra sahneye geri çıktığında diğer vokalist John Pugh da coştu. Yaptığı kısa konuşma ise seyircileri çılgına çevirmeye yetti de arttı. Performans olarak albüme göre bir hayli sertti. Ama arkalarından Mastodon'un geleceği düşünülürse bu gerçekten insanlar için gerekli bir kalk borusuydu.


Daha sonra benim için güzel bir sürpriz olarak festival alanında !!!'in bateristi Allan Wilson ile buluştuk. Yaklaşık yarım saat konuştuk ve bir röportajı da ekledik bu arada. Bu röportajı haftaya sizlere sunacağım.

Mastodon günün erken saatinde biraz sert kaçınca bu sefer Maximo Park'a yönlendik. Arkasından da The Kooks'a gitme fikri vardı aslen. Ama Maximo Park çadırda çok başarılı bir performans sergileyince bu fikir suya düştü. The Kooks'un son yarım saatine anca yetişebildik. Maximo Park enerjik, çılgın ve hareketli bir konser verdi. Seyirciyle olan bağlantısını hiçbir an koparmadı. Çaldıkları şarkılar hakkında tarihçelerini ve neden yazıldıklarını da küçük anekdotlar halinde iletti ki bu da dinleyenleri çok memnun etti. Sıcak ve samimiydi baştan sona.


The Kooks'un son yarım saatinde bira ve yemek sebebiyle fazla bir şey anlayamadım desem yeridir. Tüm zorunlu ihtiyaçların tüketimi bittiğindeyse Interpol karşıma çıktı. Ama dürüstçe söylemek gerekirse gerek Interpol, gerekse Incubus tamamen Metallica uğruna haybeye gittiler. Seyirciler saat 5 gibi çoktan Metallica moduna girmişti. Tabii şunu da söylemek lazım, Interpol ve Incubus başarılı performans sergilediler. Yine de bu seyircileri tamamen kendilerine bağlama konusunda etkili olamadı.

Saat 8 buçuk gibi nefesler tutulmuş, Metallica acaba ne kadar geç çıkar diye kafalarda soru işaretleri belirmişti. Bulunduğumuz nokta sol önlerde olduğundan yerimize mıh gibi çakılmıştık. Önceden arka arkaya tuvalet ziyaretleri yapmıştım önümdeki 3 saat boyunca gidemeyeceğim için. Ama sonradan fark ettim ki yaptığım bira stoğu eksik kaldığından konserinde ortasından itibaren ciddi bir susuzluk çekecektim.

Metallica beklentilerin altında, 15 dakikalık bir gecikmeyle çıktı. "Sick Of It All" turnesinin setlistinden o an itibariyle haberimiz olmadığından büyük bir beklenti içindeydik. Konserin başında "İyi, Kötü, Çirkin" filminin son kısmından bir bölümle başlangıç yaptılar. Arkasından şimşek gibi karşımıza çıktılar ve "Creeping Death" ile açılışı yaptılar. Seyirci zaten gazdı, bu açılıştan sonra bombanın pimi çekilmiş oldu. Herkes çılgına döndü. Arkasından en az Hemingway'in romanı kadar ünlü "For Whom The Bell Tolls" geldi ve işler iyice karıştı. Bu arada James parçayı Cliff Burton'a adadı. Sonra "Ride The Lightning", "Disposable Heroes", "The Unforgiven" geldi ve bu arada seyirciler iyice azıtmıştı. Festival alanını gösterdiğinde ise dilimin uçukladığını söylemem lazım. Sonradan öğrendiğim kadarıyla 92.000 kişi vardı o an orada.


Metallica "...And Justice For All" ile devam etti. "The Memory Remains" ile birlikte son dönemine ilk kez atıfta bulundu ama kimse problem etmedi ve tek bir ağızdan söylendi bu parça da. Sonra eskilere döndüler ve "The Four Horsemen"'ı kendilerine adayıp, "Orion", "Fade To Black" ve "Master Of Puppets"'la ilerlediler. "Battery" ile yine bir günümüze baktılar ve ara verdiler. Ara verdiklerinde büyük bir alkış koptu ve herhalde Brüksel'den duyulmuştur "We Want More" diye bağırışlar.


İlk bise "Sad But True" ile girdiler ve geri gelmelerinin heyecanıyla James Hetfield'dan daha çok duyuldu seyircinin söylediği. Bir ara James Hetfield da bıraktı zaten mikrofonu bizlere. Arkasından aynısı "Nothing Else Matters"'da yaşandı ve biraz nefes de aldık bu maraton içinde. Ve patlamalar başladı. İlk patlama inanılmaz bir heyecan fırtınası yarattı. Havai fişekler atıldı. Patlamalar devam etti. Gözler James'i arıyordu ve başladı, "One". Notalarla beraber seyirciden la la la lalar yükseldi. Lars araya girdi ve sonradan Kirk ve Robert Trujillo girdi. Herkes alabildiğine tüm gücüyle "One"'ı söylüyordu. Muhteşem bir performanstı. "Enter Sandman" ise bu koroyu aynen devam ettirdi. Havai fişeklerle süslenmesi ise beklemediğimiz bir şey oldu bu sefer.

İkinci arada ise bu sefer "Seek And Destroy" diye bağırılıyordu. Bir ara ufak bir grup olarak The White Stripes'ın "Seven Nation Army"'sinin melodisini söyledik pa param pam pam param şeklinde. James'in gitarla bunu çalıp sonra da kahkahayı patlatıp selam vermesi ise bana inanılmaz bir mutluluk verdi. Penaları dağıttılar ama beklentiler bitmemişti. Henüz enerjimiz vardı ve tüketmeliydik. Ve sonunda ikinci bise geldiler. "Am I Evil" ile giriş yaptılar. Seyircideki mutluluğu anlatmaya kelimeler yetmez herhalde. Kapanış ise en başından beri seyircinin nasıl eşlik edeceğini merak ettiğim "Seek And Destroy" ile geldi. Bırakın Brüksel'i, herhalde Amsterdam'dan bile duyulmuştur. Bendeyse ses kalmamış, sıfırı tüketmiştim. İnledikçe inledi ortalık. Bitirdiklerinde Faithless'ın 5 dakika önce çıkmış olması gerekiyordu. Bizim umurumuzda bile değildi dünya.


Konserden sonra doğrudan bira için koştum. Koştum derken benden yaklaşık 600 metre uzaklıktaki bara gidene kadar yaklaşık 15 dakika geçti. Böyle bir kalabalık olamaz. Sonunda arka arkaya 3 birayı içince kendime geldim, bu sefer açlığımı hissettim. Faithless başladığında hala yemek yiyordum. Açıkçası 2 kere dinlediğim için Tori Amos'a yönleneyim dedim ama o da kesmedi. "Seek And Destroy"'dan sonra olmadı, olamadı. Ben de geriye çekilip festivalin son demlerinde tadını çıkarmak için arka alana geçtim. Seyircilerin bir hayli kısmı Faithless ile devam etti. Faithless da onlara eski ve yeni çalışmalarıyla eğlenme imkanı tanıdı. Performansları bittiğinde ise aklım hala Metallica'da kaldığından pek bir şey anlamamıştım. Havai fişek gösterisi ise festivalin bittiğini işaret etti.


Çıkış kapısına yöneldiğimde ise kalabalığın gerçekten farkına vardım. Kapıdan çıktığımda ise derin bir oh çekerek o anki tarifsiz mutluluğumun tadını çıkardım. Dürüstçe söylemek gerekirse hala yüzümde o aptal sırıtış duruyor, kolumdaki bileklikle beraber...

7.7.07

Rock Werchter Günlüğü - 3. Gün (2-3 Litre su kaybı)

Biraz daha rahat bir uyku çekmiş olmanın verdiği gazla güne yine birayla başladım kahve, muz ve twix sonrasında. C1 kampında Türk mahallesi olarak adlandırdığımız bölgede bir süre muhabbetten sonra bir göz atmak amacıyla Heideroosjes'e yollandım. Sözler her ne kadar Flemenkçe'yse de oldukça eğlenceli bir grup. Ska ve rock karışımı bir tarzları var. İngilizce albümleri de sanırım piyasada.

Aslında festival alanında albüm satan bir nokta aradım ama bulamadım. Dışarıda da yok. Bu herhalde en büyük eksiklikti bana göre. Grupların t-shirt ve diğer ıvır zıvırları da çok az sayıda ve az çeşitte geldi zaten. Birçok grubun hiç gelmedi resmi ürünleri. Rock Werchter'in kendi ürünleri bile çok hızlı tükendi. Can havliyle bir iki t-shirt alma imkanım oldu. Onlarda da beden bulmak için festival alanındaki 4 t-shirt standını gezmem gerekti. İlla XL giymek zorunda mıyım kardeşim yani.


Neyse Heideroosjes'ten sonra kampa dönüp uyumakta olan Recep efendiyi kaldırdım ve festivale geri döndük tüm Türk tayfası olarak. Blonde Redhead'de en önden yerimizi aldık çadırda. Performans güzeldi. Hatta genel olarak çok eğlendik. Özellikle Kazu Makino'nun performansına hayran kaldım. Gerçekten başarılı bir performans çıkardı. Klasik kısa kıyafet tercihinin bunda etkisi yok. Mini etek giydi diye övmüyorum tabii.


Arkasından hızla ana sahneye yollandık ve karşımıza Amy Winehouse çıktı "Rehab"'iyle. Zaten dinlesem dinlesem bir tek o parçasını dinlerdim. Bana yetti. Sonrasında bira takviyesi yapıp artık önlere yollanmanın zamanıydı. Snow Patrol çıktığında bende büyük bir beklenti vardı. Çok sevdiğim bir grup olmasının yanında haliyle performanslarını da bekliyordum. Ne beklediysem hepsini aldım. Fotoğraf makinemin pilinin bitmesi sebebiyle sadece cep telefonumla bir video kaydettim. Onun haricinde kendimi kaybetmekle meşguldüm zaten. Hayran kaldım diyebilirim. Sıcak, güzel ve eğlenceliydi. "Shut Your Eyes"'ı canlı canlı dinlemek ve onca insanla aynı anda söylemek beni çok etkiledi. Tekrar görülmesi gereken gruplara yazdım adını.


Sonrasında yine bira takviyesi ve bu sefer The Killers heyecanı. Snow Patrol ile romantizmin dibine vurduk deyip şimdi de kurtları dökelim dedik. Hem de ne dökmek ama. Las Vegas'lı grup öyle sempatik bir şekilde karşımıza çıktı ki oradaki herkesin dikkatini çekti. Sonra da performans başladığında zıplayan devasa bir topluluk vardı. Parçalar ardı arkasına patladı. Yerimizde duramadık. Arada bir serpiştiren yağmur çok güzel serinletti bizleri. Hava sıcak olsa zaten buharlaşırdık "Somebody Told Me" daha başlamadan. Onunla zaten yağmura rağmen sucuk gibi olduk.


Biraz dinlenme zamanı diyerek Peter Gabriel sırasında hem yemek hem de bira molası verdik. E Türkler olarak biraz top oynamamız da atalardan yadigar bir alışkanlık. Bu arada da zevkle Gabriel'ı dinledik. Seyirciyle çok oynaşmadı. Artık yaşının da verdiği bir ağırlık olsa gerek. Ama en güzel çalışmalarını çatır çatır çaldı ve insanları eğlendirdi. Daha çok dinlendirdi de diyebiliriz. Biz de o arada kandaki toksinleri tamamen boşalttık futbolla. Gabriel bitmeden ana sahneye döndük ve yine yerimizi aldık. Bu sefer Keane için.

Keane de beklentilerimi fazlasıyla karşıladı. Genel olarak sakin ve dinlenme ağırlıklı geçmesini beklerken oldukça hareketliydi parçalar. Daha doğrusu albüme göre daha heyecanlı çaldılar. Seyircilerle diyalogları mükemmeldi. Seyircinin ortasına kurulan platformda "Hamburg Song"'u çaldılar ve apışıp dinledik tamamen. Hatta bet sesimle söylemeye bile çalıştım ama çevreden gelen uyarıları dinleyip Tom Chaplin'in muhteşem sesine saygısızlık etmemek için sustum sonra. "Atlantic", "A Bad Dream" gibi çok sevdiğim çalışmalarını nefes almadan arka arkaya vurdular yüzüme. Hayran ve ayran bir modda izledik hepimiz. Tekrar tekrar seyredilesi gruplara yazdım adını.


Artık coşma zamanıydı. Gördüğüm herkesi LCD Soundsystem'a çağırmıştım o ana kadar. Sağolsunlar bana güvenip gelen 10-15 İngiliz ve 2 Türk olarak yerimizi aldık çadırda. LCD Soundsystem başladığında ise yer mer kalmadı. Deli gibi dans eden bir grup olmuştuk. Bizi görenler sakince yer açarak daha da delirmemize izin verdiler. Bana göre Beastie Boys ile birlikte çadırın en güzel performansıydı. The Chemical Brothers'a gitmeyenler bu inanılmaz güne hakettiği sonu yaşadılar. Baştan sona enerjik, baştan sona ter damlatan bir performanstı. Bir şarkıda bizi dinlendirdi performansı boyunca, onun haricinde tam gaz gitti. Susuzluktan öleceğimi düşündüğüm halde yine de gidip bir bira almak istemedim. Recep de verdiğim gazları yemedi ne yazıkki. Bir saniye bile kaçırmak istemiyordum. Kameraya uzanıp iki garip resim çekebildim. Videoya almamın imkanı yoktu o kadar zıplarken. Bence ölmeden görülmesi gereken performanslardan biriydi o geceki. Zaten oradaki 15.000 kadar kişi Metallica çıkana kadar LCD Soundsystem'dan bahsetti.


3. gün bittiğinde festivale gelmiş olmaktan duyduğum mutluluğu kelimelerle ifade etmenin imkanı yoktu. İçtiğim 10-15 bira ve bir hayli viskiden sonra bile deli gibi susuzluk çekmem ve gidip 1 litrelik şişeyi kafaya dikmem herhalde 3. günü anlatmaya yeter. Üstüne daha 4. gün vardı. Artık ekmek kadayıfının üzerine kaymak olacaktı o da. Bana da güzel bir uyku çekip kaymağı beklemek düşüyordu.

6.7.07

Rock Werchter Günlüğü - 2. Gün (Isınıyoruz)


Uykusuzluk ve yorgunluk sebebiyle uykuya ihtiyaç bünyelerimiz inceden donmamız sebebiyle bu ihtiyacını pek gideremedi. Gece bir ara titredik soğuktan. Neyse iyi bir ders oldu ve sabah sırayla muz, nescafe ve biradan oluşan kahvaltımdan sonra Recep'i de kaldırıp ver elini Leuven dedik. Otobüsle 15 dakikalık bir yolculuktan sonra vardığımızda hemen kamp malzemeleri satan bir dükkan aramaya başladık. A.C. Challenge adlı bir mağazayı bize önerdiler ve bulduğumuzda delicesine saldırdık her gördüğümüz sıcaklık verecek alet, edevat ve kıyafete.

Çıktığımızda mat, yastık, şilte, matara almıştık ve o gece rahat uyuyacağımızın hayaliyle festivale geri yöneldik. Recep'in yoğun ısrarları sonrasında onu 1-2 saat uyumaya bırakıp ben festival+bira kombinasyonuma geri döndüm. Günü güzel ve eğlenceli bir Oi Va Voi performansıyla açtım. Aslında Babylon'a geldiklerinde gitmek istiyordum ve sonrasında gelen tepkilerden kaçırdığıma çok üzülmüştüm. Çadır büyük ve erken saatte çok da dolu olmadığından (Boş derken içeride 2-3 bin kişi vardı yine) tam sıcaklığı alamadım. Eminim Babylon'daki konser daha sıcak geçmiştir.

Daha sonra bir yarım saat kadar Kings Of Leon'u seyrettim. Güzeldi ama çok takıldığımı söyleyemem. Zaten yarım saatten sonra Recep efendiyi kaldırmaya yöneldim kamp alanına. Geri döndüğümüzde ortam iyice ısınmıştı ve Kings Of Leon son demlerindeydi. Kaiser Chiefs konserinde önlerde olmak isteyenler bira ve yiyecek takviyelerini yapıyorlardı. Derken Kaiser Chiefs başladı. Çıtır çerez eğlence amaçlı bir grup oldukları gerçeği öne çıktı ve her ne kadar albüm para etmese de insanlar genel olarak konserde bir hayli eğlendiler. Ruby Ruby Ruby diye bağırıp durdular.

Bloc Party çıktığında zaten gazı almış olan seyirciler daha da çoştular. Bana müzikal olarak albümden biraz daha basit geldi canlı performansları ama yine de genel anlamda güzeldi. Yeni albüme daha çok yer verdiler ve albümü de beğendiğimden hoştu. Arkasından Queens Of The Stone Age çıktığında ben bira limitime gelmiştim ve dinlenmem gerekiyordu. Utanarak söylüyorum bir yarım saat kestirdim. Aksi taktirde Arctic Monkeys ve Pearl Jam'de maymunları oynayabilirdim. Ama QOTSA'nın dinlediğim bir saati çok iyiydi. Belki de o tadın rahatlığıyla uyuyabildim. Çok büyük bir QOTSA fanatiği olmamama rağmen canlı olarak albümden daha çok sevdim. Ama alkol işte.

Arctic Monkeys benim için hayal kırıklığı oldu. Glastonbury'deki performanslarının çok beğenilmediğini duyduktan sonra belki burada coşarlar coştururlar diyordum ama olmadı, olamadı. Parçaları sırayla çaldılar sessiz ve sakin liseli çocuklar gibi. Sonra da gittiler. Müzik güzel, eğlence sınırlıydı. Ben daha hareketli, içten, interaktif bir şey bekliyordum. Bu üzdü. Pearl Jam ise yılların tecrübesiyle bir çıktı pir çıktı. Çıktığında ana sahne zaten çok kalabalıktı. Dinleyenleri aldılar, yıllar içinde çok güzel bir geziye çıkardılar. Seyircinin etkisini burada gördüm direk. "Black"'i yaklaşık 60 bin ağızdan dinlemek çok ama çok duygulandırdı beni. Ama tabii ertesi günlerde neler göreceğimi bilmiyordum.

Festivalin havasına girdik artık. O gün moralimi bozan tek şey 17 yaşındaki Hollandalı bir gencin bana bunun 4. Rock Werchter festivali olduğunu söylemesiydi. Vay canına dedim, ne diyim. Ben de 29 yaşımda ve ilk Rock Werchter'im dedim. Kilometre hesabından bile kurtarma şansım yok hiç.


Yarın 3. gün (2-3 litre su kaybı)...