Yeni kurulan genç ve enerjik amatör bir dergi var, Kese Kağıdı. Bu derginin kurucusu Zeynep Koçak ile aynı liseden mezun olmamız paydasından tanıştım ve dergiyi bana gösterdiğinde aynı şeyi düşünüyorduk. Ben Trendsetter'dan ayrıldıktan sonra rahatça yazabileceğim, konuları belirli bir temaya da bağlı olsa kendim seçebileceğim bir dergiye yazmak istiyordum. Zeynep de bu konuda tamamen özgür olmam konusunda benimle hem fikir olduğunu belirttikten sonra tüm gücümle bu yeni oluşuma destek vermeye başladım. Derginin 2. sayısında çıkan benim merhaba yazım aşağıda. 2. yazım ise Ağustos sayısında var ve o da "Yaratıcılık" konsepti içerisinde bana göre müzik dünyasının en verimli 10 yılı olan 1990-2000 arasını inceliyor. 3. yazımı ise bu hafta başında 1 gün gecikmeyle verdim ve o da... Neyse Eylül sayısında görürsünüz. Dergiyi Taksim'deki kitapçıların çoğunda bulabilirsiniz.
Neyse lafı uzatmadan, buyrun merhaba yazım...
Minimalizm akımı teorik olarak başladığı 19. yüzyıl sonlarından itibaren günümüze gelene kadar son dönemin en kalıcı ve hakim akımı olmayı başardı. Ne Popart ne de herhangi bir başka akım bu derece yoğun olarak sanatta yerini alamadı uzun süreyle.
Minimalizmin bu denli güçlenmesindeki temel sebep teknolojik gelişmelerin ortaya çıkardığı farklılık ve sadelik arayışı olarak da nitelendirilebilir. Bu arayış o denli yoğunduki kendini akıl almayacak derecede çok alanda gösterdi. Ancak bizim konumuz müzik ve olayın bu yönüne ağırlık vermek daha doğru olacak.
Aslında müzikal açıdan minimalizmi incelerken atlanmaması gereken ilk detay 20. yüzyılda teknolojik gelişmelerin yanında doğu mistisizmine olan eğilim. Bu eğilim kimi yerde kendini Feng Shui ve Mevlevilik (Özellikle Amerika’da) gibi akımlarla gösterdiysede müzikal açıdan bunların bir bütünü olarak minimalizme döndü. Ancak 19. yüzyılın ortalarında Robert Schumann’ın minimalizm üzerine teorik çalışmalar yaptığını da atlamamak gerekir.
Minimalizm ilk olarak birçok akımda olduğu gibi kendini resim ve müzikte gösterdi. Müzikteki başlangıç noktası ise haliyle klasik müzik bağlantılıydı. Bu akımın öncüleri arasında 20. yüzyılın en önemli 4 bestecisi karşımıza çıkıyor, John Adams, Philip Glass, Steve Reich ve Terry Riley. Elbette La Monte Young gibi daha az ön planda olan besteciler de var ancak mahşerin bu dört atlısı minimalizm akımını çok geniş kitlelere yaymakta çok büyük bir etkiye sahipler. Bu arada La Monte Young’ın daha az tanınması, onun klasik müzikte minimalizm akımını ortaya çıkaran insan olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Her ne kadar tam anlamıyla minimalist denilmese de John Cage’in bu akımdaki yerini de yadsımamak lazım. Örneğin Philip Glass ve Steve Reich Cage’e ciddi anlamda saygı duyuyor ve kendisinden edindikleri bilgi ve bakış açısının gelişimlerinde büyük bir payı olduğunu belirtiyorlar.
Klasik müzikte minimalizm ilk olarak 1950’lerin sonunda ortaya çıkıyor. Her ne kadar daha önce bu türü andıran çalışmalar olduysa da bu akımın ilk örneği olarak La Monte’nin “String Trio”’su gösteriliyor. 12 ton tekniğiyle aranje edilen kompozisyonda bir nota döngüsü çalışmanın başından sonuna kadar altyapıda yerini alıyor. Bu çalışmayı 1960’ta Terry Riley, 65’te Steve Reich ve 68’de sınıf arkadaşı Philip Glass’in çalışmaları izliyor.
1970’lere geldiğimizde ise minimalizm akımı klasik müzikte hakimiyeti eline almıştı. Philip Glass’in budizme dönmesi ve en verimli çağında olmasının da etkisiyle 3 CD’lik “Einstein On The Beach” bestelemesi, Steve Reich’ın da “Music For 18 Musicians”’ı bugüne kadar gelen en önemli minimalist kompozisyonlar olarak arşivlerdeki yerini aldı. Minimalizm bu dönemden sonra kendini ilk olarak yeni doğan elektronik müzikte de göstermeye başladı. Kraftwerk’in ilk çalışmaları her ne kadar elektro türü olarak nitelendirilse de minimalizm akımından etkilendiği ve hatta daha da ileri gitmek gerekirse bu akımın etkisi altında ortaya çıktığını söylemek mümkün.
Kraftwerk’in açtığı yolu takip eden ancak kendilerine farklı bir bakış açısı seçen prodüktörler arasında en önemlisi Klaus Schulze. Çok sonradan ambient olarak adlandırılan türde elektronik müziği klasik müzikle birleştirdi ve senfoni benzeri minimalist elektronik çalışmalar sergiledi. 1970’ler boyunca “Moondawn”, “Mirage” ve “X” gibi çalışmalarıyla bu akıma öncülük etti.
1980’lere gelindiğinde ise minimalizmin doruğa ulaştığını düşünen bazı besteciler “Postminimalizm” ve “Totalizm” gibi daha dar akımlara yöneldiler ve minimalizmin genel almanda perspektifini genişlettiler ancak bu akımların bir uzantı olması ve büyük destek görmemesi sebebiyle fazla uzun sürmediler.
1980’lerdeki bir diğer önemli gelişme ise Klaus Schulze’a paralel olarak Brian Eno ve Mike Oldfield’ın çalışmalarında bu akımı temel almaları oldu. Bu çok önemli iki prodüktör minimalizm etrafında kendilerine özgü yollar çizdiler ve minimalizmi yeni doğan elektronik müzik akımlarıyla birleştirdiler. Her ne kadar Brian Eno yine müziğin daha alternatif ve deneysel yönünde kaldıysa da Mike Oldfield temelleri Chicago ve Detroit’te atılan House akımına minimalist bir bakış açısı kazandırdı ve dünya çapında üne kavuştu.
Minimalizmin etki alanını genişletmesi bununla da kalmadı. Philip Glass, Terry Riley ve Steve Reich’ın yeni kompozisyonlarıyla gittikçe geniş gitlelere ulaşırken Atlantik’in diğer tarafından cevapların gelmesi uzun sürmedi. Yoshi Wada bu akıma hayranlığı sebebiyle Amerika’ya taşındı ve çalışmalarını burada sergiledi. Ancak Japonya’da hem onun çalışmalarından, hem de Amerika’da Detroit’te doğan tekno akımından esinlenen bir isim minimalizme yepyeni boyutlar kazandırdı ki bu isim Susumu Yokota oldu.
Susumu Yokota 1980’lerin sonundan itibaren minimalizmi bu yeni doğan tekno kültürüyle birleştirdi. Her ne kadar gerek Detroit’ten gerekse de minimalizmin merkezi olan Amerika’dan uzak olsa da yaptığı çalışmalarda Amerika’daki birçok minimalist tekno bestecisine öncülük etti. Bu etkileşimden yola çıkan Ryuichi Sakamoto, Ryoji İkeda gibi Japonların yanında Richie Hawtin (Plastikman) minimalist teknodaki yeri sebebiyle oldukça önemli ve bugüne kadar bu türün yayılmasında en büyük promosyon potansiyeline sahip olan kişi. 1990’lar boyunca minimalist tekno akımını tüm dünyaya yaydı ve birçok insanı peşinden sürükledi. Sutekh, John Avquaviva ve Jeff Mills gibi isimler kendilerine ayrı yollar açarak bu akıma destek verdiler. Daha sonra Almanya’da Tresor plak şirketinin kurulması ve daha sonra kulübünün da açılarak bu akımlara destek vermesiyle Almanya uzun bir süre sonra minimalist teknoya dönüş yaşadı. Bu dönüşüm inanılmaz bir etki yarattı ve tüm Avrupa’yı kısa sürede sardı (İngiltere hariç).
Avrupa’da ise bu dönüşümün yansımaları farklı oldu. Bir grup sanatçı bunu daha çok popüler kültüre yönelik bir yola döndürürken Christian Fennesz gibi bazı sanatçılar da akustik rock’la birleştirerek kendilerine özgü nota denizleri yarattılar. Ancak bu akımda minimalizmden farklı olarak deneysellik çok daha ön plandaydı. Daha sonra Ryuichi Sakamoto ve Alva Noto Fransa’ya taşınınca bu akıma destek olmaya başladılar ve bu üçlü aralarında birçok ortak çalışmaya imza attılar.
2000’li yıllara geldiğimizde ise minimalizm kendini yeniden house akımıyla fakat bu sefer farklı şekillerde birleştirdi. Ricardo Villalobos, Akufen, Vladislav Delay, Michael Mayer, Dimbiman ve Isolee minimalist house akımının yeni öncüleri oldular. Ancak Almanya’da yeşeren bu akım günümüzde kendini minimalist tech house (Tekno ve house ağaçlarının aşılanmış bir türevi) olarak ortaya koymaya başladı. Bu akımla birlikte minimalizmin ne yazık ki temellerine artık fazla bağlı kalınmaması ve popülerizme kayması geniş çevrelerde tepki doğurdu. Bu tepkinin en yoğun olduğu yer yine minimalizmin anavatanı Amerika’ydı. Amerika elektronik müzikte özgün deneysel minimalizme geri döndü ve bu konuda tekrar öncülük bayrağını eline aldı.
Günümüzde minimalizm birçok koluyla önümüze çıkıyor. Gerek elektronik müzikte, gerek rock müzikte, gerekse klasik müzikte hala ağırlığını devam ettiriyor. Philip Glass, Steve Reich ve Terry Riley ise hala kompozisyonlar besteleyip bu akımın özünün ne olduğunu insanlara anlatmaya devam ediyorlar. Onları takip eden Max Richter ve Johann Johannsson gibi yeni nesil besteciler ise bu akımın popülerliğe kaymasını ve benliğini koruması açısından farklı ama etkili yöntemler belirliyorlar. Bu da minimalizmin geleceğinin bozulmadan korunabileceği umudunu doğuruyor.
Minimalizm açısından tarihi önemi olan ve takip edilmesi gereken plak şirketleri arasında Deutsche Grammophon, Shandar, Mule Musiq, Raster/Noton, Nonesuch, Mille Plateaux, M_nus ve Line var.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
3 yorum:
güzel bir yazı olmuş da tek bir nokta aklıma takıldı
bir yerde şöyle demişsin
"...bana göre müzik dünyasının en verimli 10 yılı olan 1990-2000 arasını inceliyor. "
Neden böyle düşündüğünü merak ettim, bana göre de en kısır dönemdir 90lar =)
1990'ların sonunu katmazsan herhangi bir teknolojik devinim olmadan hangi dönemde bu kadar güçlü müzik türü dünyaya penceresini açmış? Günümüzde bilgisayarı olan kafasına göre müzik yapabiliyor ancak 2000'lere kadar bu çok sınırlıydı. Internet'in etkisi de öyle zaten. O yüzden en bereketli bana göre. Beğeniye açık bir konu. Zaten bana göre demişim :) Belki biraz daha açıklamalıymışım. Olabilir.
iyi gğzel de michael nyman'dan hiç bahsetmemen biraz eksik olmuş sanki.
Yorum Gönder